4. BÖLÜM ÜLKER’İN DOĞUŞU
Yıl 1944! Sabri Yüksek Ticaret Mektebi’nden mezun olmuş, ağabeyine gelerek ne yapacağını sormuştu. Asım kardeşinin bu sorusuna karşılık olarak hiç düşünmeden, “Bak kardeşim! Bundan sonra işimin yarısı senin, yarısı benim.” dedi. Sabri, ağabeyinin kendisini bırakmayacağını, yanına alacağını tahmin ediyordu ama doğrusu bu kadarını beklemiyor olmalıydı. Çok şaşırdı. Asım, kardeşi söz konusu olduğunda yapabileceği en büyük fedakarlığı hiç tereddüt etmeden yapmıştı. Onun karakteri, yapısı buydu. Üstelik insandan çok iyi anlayan Asım Sabri’deki meziyetleri de görmüş, bütün iyi niyetiyle işe çok büyük katkı sağlayacağını ummuştu.
Asım’ın bu cevabı, yıllardır emek vererek hazır hale getirdiği tarlaya Ülker’in filizini dikmek anlamına geliyordu. Bu bir milattı. Altyapısı çok iyi hazırlandığından diktiği bu kaliteli filiz çok çabuk gelişti ve meyve vermeye başladı. O zamana kadar tarladaki diğer ürünler, kazanılan tecrübeler, itibar, emek, azim, tasarruf ve Allah’ın verdiği bereket sayesinde hazırlık dönemini bile kârla geçirdiler.
Asım, yıllarca emek vererek, adeta tırnakları çekilircesine çileyle elde ettiği servetini, bir saniye bile düşünmeden, canından bir parça olan bildiği kardeşiyle paylaşmıştı. Hemen o yıl birlikte kuracakları Ülker’in ana sermayesi, Asım’ın büyük zorluklarla kazandığı bu birikim olacaktı.
Büyük zorluklar, kayıplar yaşayan, ailesini geçindirmek için yaşından beklenmedik bir mücadeleye göğüs germek zorunda kalan Asım Berksan için yokluk günleri artık geride kalmıştı. On beş sene içinde işçilikten patronluğa yükselmişti. Kardeşinin eğitimine mâni olmamak için Ankara’da açtığı dükkanı kapatma kararında olduğu gibi zaman zaman geri adım atması gerekse de, her şartta ilerlemenin bir yolunu bulmuştu. Asım, ailesinin geçimi sağlarken Sabri, tahsilini parasız yatılı okullarda sürdürmüş, yaz tatillerinde çalışarak kendi harçlığını çıkarmıştı. Kırım’da aldığı eğitim Türkiye’de geçersiz sayılan Asım, diplomanın ve nitelikli bir eğitimin öneminin farkındaydı. Kardeşinin tahsiline ara verip kendisine destek olmasını hiç düşünmemiş, bunu aklından bile geçirmemişti. Cezalar ödemiş, haksız yere nezarete düşmüştü. Ankara’da, anne babasıyla birlikte kaldığı tek odalı evde evlenmiş, eşini kontrplakla böldüğü odaya gelin getirmişti. Bugüne gelebilmesi hiç kolay olmamıştı. Ama zor günler bitmişti, geriye bakmanın zamanı değildi. Yaptığı hesaplara göre 75 bin liralık bir birikime sahipti. Para kazanmaya devam eden yüksek itibarlı şirketinin rayiç değeri ise çok daha yüksekti.
Kırım’dan döndükten on beş sene sonra Asım’ın merkezde olduğu dönem nihayete eriyordu. Sabri rahatlamıştı. Asım da mutlu ve umutluydu. Kırım’da eğitim almış olmasına rağmen diploması olmayan Asım, işini ve sorumluluğunu yüksek tahsil diploması olan kardeşiyle paylaşacaktı. Sabri’nin kendisine destek olacağından şüphe etmiyordu.
Kutlu Beraberlik; Ülker Kuruluyor
Asım, Besler’de bisküvi ve şekerleme üretmeyi öğrenmiş, piyasadaki talebin büyüklüğünü görmüştü. Üretim ve pazarlamanın inceliklerine hakimdi. İstanbul’a gelip mal alan birçok Anadolulu müşterisi vardı. O yıllarda piyasada az sayıda marka vardı. Mevcut firmalar her ürettiklerini satabiliyordu. Potansiyeli çok erken fark eden Asım, daha Besler’de tezgahtarlık yaparken patronu Fehmi Bey’e imalatı neden artırmadıklarını sormuş, aldığı “O zaman rakip olmak isteyecekleri uyandırırız!” cevabını hiç unutmamıştı. İşte daha o günlerde vermişti kararını; “İlerde imkan bulursam bu işi yapmalıyım.”
Sabri de yaz tatillerinde Besler’de çalıştığı için imalat hakkında fikri vardı.
İki kardeş önce gayrı resmi bir ortaklık kurdu. Asım Berksan’ın Besler’den arkadaşı muhasebeci Hayim Nahum üçüncü ortak olarak onlara katıldı. Neden bilinmez, hüviyetinde Hayim Nahum adı kayıtlı olsa da kendisine aile içinde “katip”, işyerinde Mösyö Vitali diye hitap ediliyordu. Asım Bey’le ailece görüşüyorlardı. Selçuk’la aynı yaşlarda, Rezzan isminde bir kızı vardı. Firmanın dördüncü ortağı da şekerleme ustası Parasko Rokiros olmuştu. Resmi işlemler Asım Bey’in mevcut şirketi üzerinden yürüyordu.
İşe, dükkanın arka tarafındaki boş bölümleri düzenlemekle başladılar. Asım Bey, evvelce saz salonu olan bu bölümü kısmen depo olarak kullanmış, bir ustayla anlaşarak yine bu bölümde küçük ölçüde akide şekeri imalatına başlamıştı. Yazıhane ikiye bölündü. Yol tarafındaki kısmı Asım ve Sabri Bey’ler kullanıyordu. Arka tarafsa Mösyö Vitali ve yardımcısına ayrılmıştı. İki oda arasında sürgülü bir pencere vardı, evrak alışverişi bu pencereden yapılıyordu. Genişçe bir alana ziyaretçiler için kanepe ve koltuk konulmuştu. Parasko’nun ofisiyse imalathaneye hâkim bir platform üzerindeydi.
O zamandaki şeker yapımı hakkında sonraki paragrafta teknik bilgi var. İlgilenmeyenler sonraki paragrafı atlasın.
Kısa süre içinde şekerleme imalatı büyütüldü. Şeker, su ve glikoz karışımı; ocak üzerinde, bek denilen ilkel bir brolürle, bakır kazanda belli bir sıcaklığa kadar pişiriliyor sonra mermer masaya dökülerek soğumaya bırakılıyordu. Aroma, şeker boyaları ve yemiş bu aşamada ilave ediliyordu. Şeker karışımını sırasıyla spatulayla, demir çubukla ve yeterli ısıya gelince elle katlamak ve açmak gerekiyordu. Burada ustanın sanatı devreye giriyordu. Şeker hamurları, mat veya bir, iki ya da üç renkli şeffaf olarak yapılıyor, farklı aromalarla tatlandırılıyordu. Belli kıvamda, hâlâ sıcak olan şeker hamurundan bir parça koparılıyor, iki elle yuvarlanarak iki santimetre çapına ulaşana kadar uzatılıyordu. İstenen boyuta ulaşan şeker, özel bir makasla kesiliyor, kesim işlemi yapılırken şeker çubuğu doksan derece döndürülüyordu. Hazırlanan akide şekeri teneke kutular içinde mağazalara sevk ediliyordu. Mağazalarda şekerlemeler için özel kavanozlar vardı. İşin en zor kısmı, bonbon şekerlerinin kesilmesiydi. Bu işi bir ara yeğenleri Hayri yapmıştı. Usta, belli bir sıcaklığa gelen şeker hamurunu merdaneyle yassıltıyor, sonra pres kalıba koyup ayak pedalıyla basarak bonbon haline getiriyordu. Soğuyan bonbon şekerleri kızlar tarafından elle paketleniyordu. Paketlemenin de incelikleri vardı. Şekeri, önce niyet denen mumlu kağıda, sonra farklı renklerde selofan kağıtlara sarıp iki kenarına fiyonk yapmak gerekiyordu.
Şekerlemeden sonra sıra çikolataya gelmişti. Bunun için McIntyre marka bir makine alındı ve çikolatin imalatı başladı. Ağır bir makine olan McIntyre’ın insan gücüyle dar bir merdivenden bodruma indirilmesi üstesinden kolay gelinir iş değildi.
Ürün yelpazesine çikolata da dahil olmuştu ama Türkiye pazarındaki bisküvi açığı daha büyüktü. Bu potansiyeli biliyorlardı fakat önlerinde büyük bir engel vardı; İkinci Dünya Savaşı sebebiyle başlatılan “Unlu Gıda Maddeleri İmal Yasağı” devam ediyordu. Un işlemek için özel izin gerekiyordu. Ekmek bile karneye bağlıydı. 1 Kasım 1944’e kadar devam eden yasaklı dönemde unlu mamul üreticileri büyük zararlar gördü. Besler, o tarihe kadar sadece çikolata ve şekerleme üreterek ayakta durmuştu. Sıkıntı, yasak kalktıktan sonra da bir süre devam etti. Zira bisküvi üretimi için gereken unu, ancak Toprak Mahsulleri Ofisi’nden ve belli miktarda almak mümkündü. Berksan kardeşlerin daha fazla ertelemeye niyeti yoktu, zor da olsa bisküvi üretmeye başlayacaklardı.
Sirkeci mağazası resmi ve bu yazıda adı geçen komşular Ek 2’de daha detaylı incelenecektir.
1945 - 1950
Bir yandan kurumsal yapı da gelişiyordu. Asım Berksan Toptan Perakende Şekercilik Şirketi, 29 Ocak 1946’da; Asım Berksan Şekerleme ve Karamela Ambalajcılık Şirketi ise 3 Mayıs 1946’da tescillendi. Şirketin adresi Ankara Cad. No: 177’ydi. 1 Ocak 1950’deki sicil kaydında isim artık “Asım Berksan, Sabri Berksan ve Ortakları” olmuştu. Adres yine aynıydı. İşletmenin kullandığı mekan, bisküvi imalatı için uygun değildi. 23 Şubat 1945’te bir Rum tüccarın Tahtakale, Kantarcılar Nohutçu Han’ın ikinci katındaki bisküvi imalathanesindeki makina ve sair teferruat, 25 bin lira bedelle devren satın alındı. İmalathanenin yerini de kiralamışlardı. Nohutçu Han, 1958 yılında Eminönü – Unkapanı sahil yolu açılırken yıkılan Rüstem Paşa camiine yakındı. Asım ve Sabri Berksan kardeşler satın alma işlemlerini tamamlamak için Eminönü’ne geldiklerinde Mısır Çarşısı’nın kapısındaki müvezziler gazetelerin akşam baskısını satmaya başlamıştı. Manşetler, Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği haberine ayrılmıştı. Asım Bey bir an duraklasa da kardeşi haberi duymamış gibi yoluna devam etti. Nitekim kısa bir süre sonra savaş ilanının sembolik olduğu, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği anlaşıldı.
İş dünyasında sözün senet olduğu yıllardı. Konuşup el sıkışmak yeterli kabul ediliyordu. Onlar da muhataplarına güvenmeyi seçmişlerdi. İmalathaneyle birlikte tescilli Üç Yıldız markasını da devralacaklardı. Ancak imalathanenin sahibi satın alma işlemleri tamamlandıktan sonra vazgeçmiş, Han’ın asma katındaki küçük atölyede Üç Yıldız markasıyla dondurma külahı üretmeye devam etmişti. Çaresiz, yeni bir isim bulmaları gerekiyordu. İmalathanenin tabelasında kuyruklu yıldız logosu vardı. Bir de tabela masrafı yapmamak için yıldız isimleri üzerinde yoğunlaştılar. “Tek Yıldız”da mutabık kalmışlardı ki o ismin başkası adına tescilli olduğu ortaya çıktı. Çözümü yine Asım Bey bulacaktı. Teklif ettiği “Ülker” markasını Şakire Hanım dışında herkes beğenmişti. Onun itirazı da isme değil yaptığı çağrışımaydı aslında. Komşularının Ülker ismindeki haşarı kızından duyduğu rahatsızlığı gizlemeyen Şakire Hanım, yıllarca ara ara Asım’a, “Başka isim bulamadın mı?” diye sitem etmeyi sürdürmüştü. Kuzenleri Melike Hanım marka isminin tespiti konusunda başka bir rivayet nakletse de aile içinde anlatılagelen bu anı, ismin kim tarafından konulduğunu da ispat ediyor.
Tahtakale hanlarının zemin katları, toptan ve perakende satış yapan ticarethanelerle doluydu. Üst katlarıysa imalathane olarak kullanılıyordu. Besler de ürün imalatını, bulunduğu binanın ikinci ve üçüncü katlarında yapıyordu. Zemin katta satış mağazası vardı. Bisküvi atölyesinin çalışmaya başlamasıyla iş yükü de artmıştı. Sabri Bey, çoğu zaman 12 saat imalathanede kalıyor, işe gelmeyen elemanların yerine o bakıyordu. Sık sık arızalanan makinelerin tamiri de Sabri Berksan ve Pandeli Usta’nın işiydi. Sorunu gidermek için fabrikada sabahladıkları bile oluyordu.
O zaman bisküvinin nasıl yapıldığını da aşağıda anlattık. İlgilenmeyenler birkaç sahife sonraki bisküvi kutuları resmi sonrasına atlasınlar.
Nohutçu Han’ın ikinci katındaki imalathane; takriben 20 metre boyunda, 10 metre eninde bir alandan ibaretti. Bir de küçük asma katı vardı. Atölyedeki ekipman ateş tuğlasından yapılma 8 tavalık küçük bir odunlu fırın, altı yedi kazan, bir hamur makinesi, o zamana göre ileri teknolojiye sahip otomatik sayılan bir yufka makinesi ve bu makine için kullanılan zımba kalıplarından ibaretti.
Bisküvi yapmak için un, şeker, yağ, süt ve su, tartıldıktan sonra elle miksere koyuluyor; elde edilen hamur, makinelerde işleniyordu. Normal vardiya yapılan bir günde üç, fazla mesai yapılması durumunda dört çuval un işlenebiliyordu. Bu da normalde 80, fazla mesaiyle 120 teneke bisküvi imal edilebildiği anlamına geliyordu. Hazırlanan ürünler vardiya sonunda atlı arabaya yüklenerek Sirkeci’deki mağazaya götürülüyordu. Arka kapıdan stok mahalline indirilen bisküvilerin toptan ve perakende satışı buradan yapılıyordu. Üretim kapasitesi 1954 yılında iki katına çıkarılacaktı.
O yıllarda 2 çeşit bisküvi üretiliyordu. İlki; sert hamurlu, diğer adıyla sütlü bisküviler, ikincisi ise yumuşak hamurlu bisküvilerdi. Sütlü bisküvi hazırlamak için hamuru yufka makinesinde silindirler aracılığıyla birkaç kere katlaya katlaya inceltmek gerekiyordu. Bu işlemle elde edilen yufka, makineci tarafından alınarak bisküvi yapma ve tavalama makinesine besleniyordu. Elle yapılan bu transfer işleminde yufkanın zarar görmemesi için çok hassas olunması gerekiyordu. 50 – 60 santimetre genişliğinde, 10 milimetre kalınlığındaki yufka, otomatik bisküvi yapma makinesindeki iki silindir grubu ve arkalarındaki bantlarda, bu kez 2 milimetreye kadar inceltiliyordu. Üzerine inen zımba tarafından kesilen yufkadan, türüne göre yan yana sekiz ya da on iki bisküvi elde ediliyordu. Bisküvilerin fazla kabarmasını engellemek için üzerlerine delik açmak ve markayı basmak da bu makinenin işiydi. Yufka hızında, 8 – 10 santimetre yürüyen zımba yukarı kalkıyor, geri giderek bir sonraki sırayı basıyordu. Bisküviler arasında kalan ve yukarı kalkarak bir tavaya dolan hamurlar, zaman zaman alınıp yeniden hamura katılıyordu.
İmalathanede son derece teknik ve seri bir işleyiş hakimdi. Makinenin yanında oturan bir eleman, tavaları alttaki zincirli konveyörün üzerine dizmekle görevliydi. Bisküviler, hamur hızında ilerleyen bandın sonundaki bu tavalara geçiyordu. İşçiler, tavaları alıp fırın başındaki demir çubuklardan yapılmış raflara koyuyordu. Tavaları fırına vermek de yine işçilerin göreviydi. Sütlü bisküvi çeşitleri olan pötibör, finger ve mari, zımba değiştirilerek peş peşe üretiliyordu.
Bunlar dışında Piknik ve Şale isimlerinde iki tür de yumuşak bisküvi üretiyorlardı. Piknik için hazırlanıp makinenin haznesine konan hamur, silindir şeklindeki kalıbın oyuklarına doluyor, dönerek hareket eden kalıp, bisküvileri bir banda bırakıyordu. Banttan tavaya otomatik dizilen yuvarlak ve dört köşe formlu piknik bisküvinin beyazı ve kakaolusu vardı.
Şale içinse makinenin silindirik aparatını çıkarıp yerine hamuru şerit halinde çıkaran bir parça takmak gerekiyordu. Döner bir bıçak tarafından bandın üzerinde kesilen bisküvi şeritleri, tavaya diziliyordu. İçeriğinde, diğer çeşitlere oranla daha fazla şeker bulunan ve sütte kolayca eriyen dört köşeli Şale’nin boyu, tercihe göre değişiyordu. Şale, 1970’ten sonra Eti Gıda tarafından ağızda kolayca dağıldığı için “Bebe Bisküvisi” adıyla anılmaya başladı. Zaman içinde tüm markalar, halkın da benimsediği bu ismi kullanır oldu. Oysa bu, hatalı bir tercihti zira bebe bisküvisinin ağızda parçalanmadan yavaşça erimesi gerekirken Şale parçalanıyor ve bebeğin boğazına kaçma riski taşıyordu.
Yumuşak hamurlu bisküvilerin makinesi yufka hattının üzerindeydi. Burada sütlü bisküvilerin yanı sıra piknik ve şale çeşitleri üretiliyordu. Tavalama kısmı müşterekti.
Sütlü ve şale bisküvilerin tamamı, piknik bisküvilerinse bir kısmı teneke kutulara konularak paketleniyordu. Yuvarlak formda hazırlanan piknik bisküvilerse büyük kutularla dik bir merdivenden asma kata çıkarılıyor, burada çalışan kızlar tarafından halk arasında “gaymahlı” denen kaymaklı bisküviye çevriliyordu.
Kaymaklı bisküvi hazırlarken mermer masaya ters şekilde serilen bisküvinin üzerine sıkma torbasıyla krema sıkılıyor, sonra ikinci bisküvi kapatılıyordu. Bisküvinin desenli yüzünün dışarı gelmesi için çok dikkatli olmak gerekiyordu. Bir süre soğumaya bırakılan kaymaklı bisküviler, krema sertleştikten sonra 4’er, 5’er tanesi bir araya getirilerek yağlı kağıtlara sarılarak teneke kutulara yerleştiriliyordu. Yuvarlak, dört köşe, beyaz ve kakaolu piknik bisküvi çeşitleriyle hazırlanan kutulara asorti deniyor, en usta kızlar burada çalışıyordu. Çeşit sayısı fazla olsa da geçmişte olduğu gibi bugün de bisküvi denince akla pötibör geliyor. Kenarlarındaki yuvarlak hatlı tırtıkları ve dikdörtgen şekliyle klasikleşen pötibör, Amerika dışında, bütün dünyada en çok satılan çeşit olma özelliğini koruyor. Hem evlerde hem de işyerlerinde yenen, çayın yanında misafire ikram edilen pötibör bisküvileri, o yıllarda da en çok satılan çeşitti. Bisküvisini çaya batırmayı tercih edenlerin seçimi finger’den yana oluyordu. Yuvarlak formlu mari ve kaymaklı bisküvilerse genellikle misafire ikram için alınıyordu.
Kaymaklı bisküvinin fiyatı diğer çeşitlere kıyasla daha yüksekti. Bu çeşit, litograf baskılı küçük kutularda da satılıyor, bunlar özel günlerde hediye olarak götürmek için tercih ediliyordu.
Nohutçu Han’da Kullanılan Makine
Atölyede kullanılan, tek bir motor ve transmisyon milli sistemi denen kayış kasnak sistemiyle çalışan makinelerin kasnağından çıkan kayışlar tavandaki mile uzanıyordu. Bu düzenek, o ortamda çalışanlar için ciddi bir sakatlanma riski oluşturuyordu. Tedbiren alınan karar gereği, motorun ve kayış kasnak sisteminin bunulduğu duvar tarafına sadece ustalar geçebiliyordu.
Besler’in 1938 yılında taşındığı ilk fabrikada yufka makinesinin eski bir modeli kullanılıyordu. Bu teknolojide hamur makinesinden açılmış olarak çıkan yufka el zımbası kalıplarıyla kesiliyor ve tavalara yine elle diziliyordu. Yeni alınan atölyedeyse, dönemin en gelişmiş makineleri vardı. Buna rağmen 40’lı yılların otomasyon sisteminden yoksun teknolojisi, hâlâ yüksek oranda insan gücü gerektiriyordu. Makineden çıkan bisküvileri işçiler el zımbasıyla kesip tavalara diziyordu. Pandeli Usta’nın birkaç yıl sonra ürettiği yeni makine, iş yükünü nispeten azaltabilmişti. Bir Alman makinesinden kopya edilen bu model, banttan gelen yufkayı mekanik zımba ile kesiyor, aradaki kırıntıyı yukarı aldıktan sonra bisküvileri, altta senkron bir zincirle ilerleyen tavalara diziyordu. Bandın çıkışında bekleyen bir elemanın raflara yerleştirdiği tavalar artık pişmeye hazırdı.
Önceki bölümde de anlatıldığı gibi Asım ve Sabri’nin Sıdıka ablaları bekarken bir süre Besler’de çalışmıştı. İsmet Halanın kızları olan Hamdi’nin kız kardeşleriyse Nohutçu Han’daki imalathanede çalıştılar. Erkek kardeşleri Hayri de okumak istemiyor, fabrikada çalışmak için ısrar ediyordu. Kardeşini bu fikirden vazgeçirmek isteyen Hamdi, bir çare düşünmüş ve ona sezdirmeden Sabri Bey’den Hayri’ye zor bir iş vermesini rica etmişti. Sabri Bey, yukarıda anlatılan akide şekeri kesme işini uygun görmüştü. Burada birkaç ay çalışan Hayri, işin zorluğundan yılınca okula geri dönmeye karar verdi. Plan, maksadına ulaşmıştı. Kuleli Askeri Lisesi’nden mezun olduktan sonra füze bölüğüne seçildi ve birkaç kere Amerika’ya eğitime gitti.
Biz yine imalata dönelim; fırıncı, pişmeyi bekleyen tavaları etrafı ateş tuğlasıyla örülmüş odun fırınına veriyor, iki tarafın dengeli pişip renk alması için arada önü arkaya gelecek şekilde çeviriyordu. İleride ustabaşılığa yükselecek olan Alaattin Usta, bu imalathanede pişirici olarak işe başlamıştı. Nohutçu Han’daki bu fırın, 3 katlıydı ve her kata yan yana 2 tava sığıyordu. Fırını anlamak için bugün modern ekmek fırınlarında bulunan çok katlı fırınları düşünelim. Çelikten yapılan bu fırınların katları arasındaki boşluklar çoğunlukla doğal gaz ile ısıtılır. Öndeki kapak açılarak ekmekler konur ve kapak kapatılır. Sıcaklık termostat ile sabit tutulur. Ülker imalathanesindeki fırın bugünkü ekmek fırınlarının atası sayılırdı. Ateş tuğlasından yapılan bir oda şeklinde idi. Ocakta odun yakılır, sıcak dumanlar katlar arasından geçerek bacaya giderken fırını ısıtırdı. Öndeki kapaklar açılarak tavalar alınıp konulurdu. Atılan odunun zamanlaması doğru olmaz ise sıcaklık fazla veya az olur, bisküviler az ya da çok pişerdi. Fırıncı en önemli usta idi.
Fırından alınan tavalar, başka bir raf grubuna konarak soğumaya bırakılıyordu. Paketleme işi, prim usulü çalışan kızlara aitti. Demir bir çubukla tavanın kenarına vurarak yapışan bisküvilerin ayrılmasını sağlayan kızlar, iki elleriyle topladıkları bisküvileri önlerindeki teneke kutuya yerleştiriyordu. Dizme işlemini hızlandırmak için tenekeler, arkalarına konan takozla yüzü paketleme elemanına bakacak şekilde yükseltiliyordu. Dolan kutu tezgahtan alınıyor, yerine içi yağlı kağıtla kaplı yeni bir teneke konularak paketleme devam ediyordu.
Dolu kutular yine kızlar tarafından etiketlenerek kapatılıyordu. Etiketleme, basit gibi görünse de dikkat istiyordu. İçi yukarı bakan etiket, üst kısmına fırçayla kola sürüldükten sonra teneke kutunun kapağına yerleştiriliyor, sağ ve sol kanatları kaldırılarak yapıştırılıyordu. Kenarlara taşan kısımları yanlara ve alta yapıştırmak gerekiyordu. Kutunun diğer yüzleri de tam ölçüsünde etiketlerle yapıştırıldıktan sonra paketleme işlemi bitmiş oluyordu.
Kolanın kuruması için aralıklı dizilen kutular, bir müddet sonra kantarcı tarafından tartılıyor, darası düşülüp ağırlıkları yazılarak sevke hazır hale getiriliyordu. Cinsine göre değişse de bir kutuda genellikle 3 kilo 400 gramla 4 kilo 600 gram net bisküvi bulunuyordu. Kolayı pişirip kızların tezgahına taşımak da kantarcının işleri arasındaydı. Kola, üretim esnasında dökülen unun suyla kaynatılmasıyla elde ediliyordu.
Bu kadar teknik bilgi vermiş ve teneke kutulardan bahsetmişken bir parantez açmak icap ediyor. Malumunuz bisküvi, rutubeti düşük bir ürün. Bu sayede çabuk bozulmuyor, küflenmiyor ama hava alırsa yumuşayıp gevrekliğini kaybediyor. 1800’lü yıllardan itibaren bisküvilerin raf ömrünü uzatmak için litograf baskılı lüks teneke kutular ya da varil gibi ambalajlar kullanılıyordu. Ülker’de de kullanılan teneke kutular, bisküvi üretimin çok arttığı 1890’larda Pötibör (Petit Beurre) bisküvisini imal eden Louis Lefèvre tarafından icat edilmişti. Teneke kutu, bisküvinin kırılmadan taze kalmasını sağlamanın yanında taşıma ve teşhir kolaylığı da sunuyordu. Satışların yüksek olduğu 1980’li, 90’lı yıllara kadar kullanılan teneke kutular, müşteriye depozito karşılığı veriliyor, sağlam olarak geri gelirse depozito iade ediliyordu. Geri gelen kutular yıkanıp kurutuluyor, yağlı kâğıtla kaplanarak bisküvi paketlemek için hazır hale getiriliyordu.
Sütlü ve şale bisküvilerin tamamı, piknik bisküvilerinse bir kısmı teneke kutulara konularak sevkiyata hazırlanıyordu. Piknik bisküvilerin geri kalanı büyük kutularla dik bir merdivenden asma kata çıkarılıyor, burada çalışan kızlar tarafından kaymaklı bisküviye çevriliyordu.
Pötibör bisküvinin de az bir kısmı tenekelere konmuyor, asma katta elle ve özenle paketlenerek hediye edilmek üzere hazır bulunduruluyordu.
Paketlemede hız ve temizlik esastı. Burada çalışan kızların işi, üretimde çalışan erkeklere kıyasla daha kolay ve zevkliydi. Bir yandan bisküvi paketlerken öte yandan sohbet ediyor, şakalaşıyor, şarkılar, türküler eşliğinde neşe içinde ama hayran olunacak bir hızda çalışıyorlardı. Hazırladıkları kutu başına ücret aldıkları için hız onlar için önemliydi. Bir müddet çalıştıktan sonra öyle hızlanıyorlardı ki ücretleri mesaili işçilerin iki, bazen üç katına yaklaşıyordu. Bu nedenle paketlemeye talep yüksekti.
1950’lerde piyasada çalışan kadın sayısı çok değildi. Aileler, kızlarının her yerde çalışmasına rıza göstermiyor, iş seçiminde müşkülpesent davranıyorlardı. Ülker, anne babaların çocuklarını gönül rahatlığıyla gönderdikleri bir iş yeriydi. Kızlar bekarken çalışsa da evlendiklerinde genellikle işi bırakıyordu.
Nohutçu Han’daki bisküvi imalathanesi
Çoğunlukla Tahtakale’deki bisküvi imalathanesinin başında olan Sabri Bey, hijyen konusunda çok dikkatliydi. Hammaddelerin ve yarı mamullerin temiz ortamlarda depolanmasına dikkat ediliyor, makineler ve imalathane her vardiya sonrası iyice temizleniyordu. El ve tırnak temizliği sık sık kontrol edilen işçilere, senede 2 kere iş kıyafeti veriliyordu. İşçiler, hafta sonu izinlerinde kıyafetlerini yıkamak zorundaydı. Sirkeci’deki şekerleme ve çikolata imalathanesinin sorumluluğu Parasko Usta’daydı. Burası zaman zaman Asım ve Sabri Beyler tarafından denetleniyordu. Parasko’nun Aleko adında bir de yardımcısı vardı.
1950’lerden günümüze Türkiye’de çok şey değişti. Pek az şey aynı kaldı demek daha doğru belki de. Tahtakale sokaklarında, yükleme ve boşaltmanın bugün de kısmen devam eden bir raconu vardı. At arabaları ve kamyonetler, iki tarafı seyyar satıcılarla dolu sokaklarda güçlükle ilerleyerek yükleme yapacakları binanın önüne geldiklerinde trafiği durdurmak zorunda kalıyorlardı. Arkadaki araçlar sıra kendilerine gelene kadar bekliyor, bir dükkanın işi bittikten sonra diğerinin nakliye aracı kapıya yanaşıyordu. Bu rutin devam ederken yolun bir başından giren aracın diğer taraftan çıkması birkaç saati bulabiliyordu. Tek yönlü trafiğe açık olan bu sokaklarda yürümek bile meseleyken sırt hamalları, devasa yüklerine aldırmadan bir yolunu bulup işlerini yapıyordu.
Birlikte başarılı bir işletme kuran Asım ve Sabri kardeşler, birbirlerine çok güvenmekle birlikte samimi değillerdi. Çocukluktan itibaren yatılı okullarda okuyan Sabri, Asım Bey’e “abi” diyor ama ona da diğer ortaklar kadar mesafeli davranıyordu. Kardeşinin huyunu bilen Asım Bey bu tavrın üzerinde durmamayı tercih ediyordu. Bazen müsamaha göstermekte zorlanacağı olaylar da yaşanıyordu tabii. Atölyeye gittiği günlerden birinde, elemanlara çok kızan kardeşinin etrafına topladığı işçileri azarladığına şahit olmuştu. Fark ettirmeden kenara çekilmeye çalışan ağabeyini gören Sabri Bey, sesini yükselterek ona hitaben, “Sen de dur ve dinle!” diye seslenmiş, kardeşini kırmak istemeyen Asım Bey, çalışanların arasında durup sonuna kadar dinlemişti. Bu muameleyi hoş görmeyen tek kişi Asım Bey değildi. Büyük kısmı şoförlerden oluşan kalabalık da kendi işittikleri azardan çok patronlarının maruz kaldığı muameleye üzülmüştü. Asım Bey, iş hayatının yoğunluğu içinde böyle çıkışları genellikle sabırla karşılıyor, problem çıkarmamaya çalışıyordu. Çok kızdığı nadir zamanlardaysa kardeşini uyarmak zorunda kalıyordu.
Asım Bey’in oğulları Selçuk ve Faruk okul harici zamanlarda fabrikaya gidip gelmeye başlamışlardı. Babalarıyla amcaları arasındaki ilişkiye şahit olmaları kaçınılmazdı. Sabri Bey’in sert çıkışlarına anlam vermekte zorlanıyorlardı. Amcasının babasına hitap ederken sergilediği tavra üzülen Faruk, bir gün dayanamamış ve babasına, “Sen niye susuyorsun? Anlamıyor musun? Niye cevap vermiyorsun? Sen onun ağabeyi değil misin?” diye sitem etmişti. Asım Bey her şeyin farkındaydı elbette fakat gözetmek zorunda olduğu dengeler vardı.
“Anlamaz olur muyum, anlıyorum. Benim de izzeti nefsim var ama kardeş de olsak ortaklık kolay değil. Bu ortaklığın devam edebilmesi için bazen susmak daha doğru. Elbette hepsinin cevabı var. Söylediğimde haklı da çıkabilirim ama ortaklığı kaybedebilirim. Bilmediğimden, anlamadığımdan değil, işimizin devamı, sizin istikbaliniz için susuyorum.” demiş, oğluna da sabırlı olmayı tavsiye etmişti.
Asım Bey’in alışılmadık bir hayat felsefesi vardı. Genç Faruk bir gün yine yakından tanıdıkları bir iş adamının hilekâr davranışlarından şikayet ederek, “Çok yakınımız ama bize kazık atıyor. Göz göre göre haksızlık yapıyor.” diye tepki göstermişti. Nasihatleriyle oğullarını daha o yaşta iş hayatına hazırlayan Asım Bey’in cevabı yine kendine yakışır nitelikteydi; “Halimize şükredelim. İyi ki biz onun yaptığını yapmıyoruz. Ya haksızlık yapan biz olsaydık! Nasıl hesap verirdik? Görmezden gel ve sakın onun gibi yapma!”
İş yoğunluğu sebebiyle ancak gecenin geç saatlerinde gidebildikleri evlerindeyse bambaşka bir gündem vardı. Sıdıka ablaları 7 Temmuz 1944’te evlendiği Mehmet Saim Bey’den bir ay sonra ayrılarak evine dönmüştü. Boşanma kararı 1945 yılı Mayıs ayında kesinleşti. Şakire Hanım’ın annesi Ayşe Nine de 1945 yılında vefat etmişti. Asım Bey’in ikinci çocuğu Betül, 3 Temmuz 1946’da Hacı Bey’in Cankurtaran’daki evinde dünyaya geldi. Betül ikinci ismini Hacı İslam Efendi’nin annesi Gülsüm Hanım’dan almıştı. Aile genişledikçe yaşadıkları evler küçük geliyor, sık sık yer değiştirmek icap ediyordu. 1947’de Sultanahmet Camii’nin arkasındaki iki katlı bir eve taşındılar. Akbıyık Mahallesi, Mimar Mehmet Ağa Caddesi, Sipahi Apartmanı 35 numaradaki bu ev, Şekûre Hanım’a aitti.
İlk torun Selçuk dört yaşına gelmişti. Efendibaba, Sultanahmet’teki bu evde, eski usullere uygun olarak torununa Kur’an-ı Kerim, ilmihal ve Latin harfleriyle okuma yazma öğretmeye başlamıştı.
Hacı İslam Efendi, eşi ve çocukları Sıdıka ve Sabri, 1947 senesinin başına kadar birlikte yaşadı. Sıdıka halayla ikinci eşi Nuri eniştenin nikahı 27 Şubat 1947’de kıyıldı. Yeni evli çift, Cankurtaran, Çetinkaya sokak, 5 numarada ikamet edecekti. Mevcut düzenin değişmesi gerekiyordu. Anne babası ve kardeşi Sabri, Asım Bey’in evine taşındı. Sabri Bey’in askerliği yakındı. Efendi Baba’nın yeni evdeki odası giriş kattaydı ve bahçeye bakıyordu. Odanın ortasındaki pirinç mangalda gün boyu limon çayı kaynıyor, içeri girenleri mis gibi bir limon kokusu karşılıyordu.
Efendi Baba artık 70’li yaşlardaydı. İlk ciddi rahatsızlığını bu evde yaşayacaktı. Çift taraflı felç geçirerek ölümle burun buruna gelen Hacı İslam Efendi’yle, Safiye Hanım’ın doktor olan kardeşi ve onun getirdiği doktorlar ilgileniyordu. Uzmanlar, geçirdiği her atakta, “Vadesi doldu. Yapacak bir şey yok. Sevdiği yemekleri yedirin.” dese de Şakire Hanım eşinin iyileşmesi için çabalamaktan vazgeçmiyordu. Nitekim Efendi Baba bu fedakarâne bakım ve dualar sayesinde iyileşip ayağa kalktı. Kaderin cilvesine bakın ki “Artık ümit yok!” diyen güçlü kuvvetli ve çok sağlıklı görünen bir doktor on gün sonra vefat ederken, Hacı İslam Efendi Allah’ın izniyle on yıl daha yaşayacaktı.
Akbıyık’taki evin güzel bir arka bahçesi vardı. Asım Bey’in üniversitede kimya okuyan kuzeni Bedia sık sık ziyarete geliyor, hafta sonları yatıya kalıyordu. Berksan’ların o yıllara ait fotoğrafların tamamına yakını, fotoğraf çekmeyi çok seven Bedia tarafından, Kodak marka körüklü fotoğraf makinesiyle çekilmişti. Bedia mezun olduktan sonra TCDD’de kimyager olarak işe girmişti.
Kırımlı Hamit ve Kurt Sait İstanbul’da
Kırım’dan döneli çok olmuştu ama Hacı İslam Efendi ve Asım Bey’in akrabalarıyla irtibatı kesilmemişti. Kırım, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ve Romen orduları tarafından işgal edilmişti. Zaten zor bir hayatları olan Kırımlılar, savaş yıllarında hayatta kalma mücadelesi vermişti. Savaş sona erince yerli halktan bazıları geri çekilen Alman ordusuyla beraber kaçmayı başarmıştı. İstanbul’a ulaşabilenler bir kampta toplanıyordu. Hükümet, ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyi taahhüt edenlere, kamptaki yakınlarını yanlarına alma imkanı tanıyordu. Asım Bey’in delaletiyle önce Hamit Urhan isimli bir hemşerileri kamptan çıkarıldı. Hamit, bir müddet sonra Takkeci’deki fabrikanın girişine kırık bisküvi satan bir bakkal açacaktı. Hamit’ten sonra sıra Sabri Bey’in çocukluk arkadaşı Kurt Sait’e geldi. Kısa bir süre Asım Bey’in evinde kalan Sait’in elinden her iş geliyordu. Bir süre terzilik ve tiyatro oyunculuğu yapmış, evlendikten sonra Tıp Fakültesi’nde yapılan ameliyatlarda fotoğraf çekmeye başlamıştı. İşinde çok iyiydi. Kabiliyetini keşfeden bir Amerikalı profesörün davetiyle Amerika’ya gitti ve uzun yıllar orada yaşadı. Orada bir kez daha meslek değiştirip kuaförlük yapmaya başlayan Kurt Sait’in bu alanda şöhret kazanması da uzun sürmedi. Ama Amerika’ya alışamamıştı. Emekli olup İstanbul’a dündü. Asım Bey’le sık sık görüşüyorlardı. Selçuk ve Faruk Berksan, ailenin Kırım anılarının bir kısmını yıllar sonra Kurt Sait’ten dinleyecekti.
FOTOĞRAFALTI: Sene 1948. Bedia’nın, Şekûre Hanım’ın evinin bahçesinde çektiği fotoğraf. Soldan sağa: Selçuk (6 yaşında), askerden izne gelen Sabri (28 yaşında), Betül (2 yaşında) ve Kimya Fakültesi talebesi Bedia (19 yaşında). Bedia, fotoğraf makinesini ayarlayıp tripod üstüne kuruyor, timer’a bastıktan sonra koşarak kadraja giriyordu. Bu yüzden çektiği bütün fotoğraflarda en kenardaydı.
Sabri Bey’in 18 ay sürecek askerliği 1 Kasım 1947’de başladı. 28 Nisan 1948’de Topçu Okulu’ndan mezun olarak Diyarbakır 107. Topçu Alayı’na takım komutan olarak atandı.
Ülker kurulalı üç yıl olmuştu. İş büyüdükçe aile daha müreffeh yaşama imkanı buluyordu. Asım Bey, ilk kez kardeşinin askerde olduğu o yaz ailesini yazlığa götürebilmişti. O yıllarda ailelerin konaklarda oda kiralayarak yazlıkçı olması adeti vardı. Mutfak ve tuvalet müşterek kullanılıyordu. Asım Bey, Büyükdere’de, muhtemelen şimdi Sadberk Hanım Müzesi olarak kullanılan eski, ahşap bir konağın denize bakan büyükçe bir odasını kiralamıştı. İşe vapurla gidip geliyordu. Zehra Hanım akşamları Betül’ü pusetine koyuyor, Selçuk’u da yanına alarak eşini karşılamak için iskeleye iniyordu. Asım Bey ilk kez o yaz, Pazar günleri tatil yapabilmişti. Evin yakınındaki Beyaz Park Plajı’nda denize giriyor, akşam için balık alıp eve dönüyordu. Kendi eliyle temizlediği balıkları bahçedeki mangalda pişirmesi için eşine teslim ediyordu.
Hacı İslam Efendi ailesi Kırım’dan İstanbul’a döndüklerinde Sabri daha 9 yaşındaydı. O tarihten itibaren kendisinden 9 yaş büyük olan Asım ağabeyiyle çok az vakit geçirmiş, ilkokuldan sonra da hep yatılı okumuştu. İki kardeşin karakter itibarıyla birbirlerine benzememesi şaşılacak şey değildi. Fakat müşterek vasıfları da vardı. En başta belirtmek gerekiyor ki ikisi de yorulmak nedir bilmiyor, çalışmakta sınır tanımıyordu. Uzun yıllar Pazar günleri bile çalışmış, bundan hiç şikayet etmemişlerdi. Asım Bey, haftanın yedi günü sabah 7’den akşam 7’ye müşteri kabul eden şekerci dükkanına elemanlardan önce geliyor, çok sonra ayrılıyordu. Sabri Bey’se imalathanede eksik kalan kayıt ve sayım işlerini Pazar günleri tamamlıyor, kalan zamanda makinelerin tamir ve bakımıyla ilgileniyordu. Gıda sektörü için vazgeçilmez olan temizlik ve titizlik mükemmeliyetçi yapıya sahip iki kardeş için de çok önemliydi. İşleriyle meşgul oluyor, dedikodudan hazzetmiyorlardı.
Birbirlerinin alanına girmemek için azami dikkat sarf ediyor, ortak olsalar da işleri ayrı ayrı yürütmeyi tercih ediyorlardı. Özel hayatlarında birlikte mangal yaptıkları, ailecek pikniğe gittikleri, karşılıklı tavla oynadıkları vaki olmadığı gibi birlikte iş görüşmesi de yapmamışlardı. Mesleki toplantılara, dernek, vakıf toplantıları gibi sosyal ortamlarda bir arada görülmeseler de hayır işlerinde birbirlerini destekliyorlardı. Hayır işi söz konusu olduğunda, aynı fikirde olmadıkları ender zamanlarda bile hiç karşı çıkmamışlardı. Dini hassasiyetler ikisi için de öncelikliydi. Babalarının benimsediği inanç düsturlarını iyi anlamış, hayatlarını aynı değerler etrafında tanzim etmişlerdi.
Başarıyı her şeyin üstünde gören Sabri Bey için geri kalan her şey teferruattı. Asım Bey’se romantikti. Klasik müzik dinliyor, dini eserler ve inovasyon kitapları okuyordu. Eski Türkçe okumayı bildiğinden nadiren yeni kitap alma ihtiyacı duyuyordu. Yeni çıkan kitaplar arasında hoşuna giden bir şey olduğunda dört takım birden almayı adet etmişti. Birini kendi kütüphanesine koyuyor, diğerlerini yaşları henüz küçük olan çocukları için ayırıyordu. Tabiata aşk derecesinde tutkundu. Evliliğinde de romantizmi zirvede yaşıyor ancak iş yoğunluğu sebebiyle ailesiyle yeterince vakit geçiremiyordu. Uygun bir fırsat çıktığında iş gezilerine onları da götürüyor, böylelikle birlikte olamadıkları zamanları telafiye çalışıyordu.
İki kardeşin özellikle mali konularda birbirlerine itimatları sonsuz olsa da yaptıkları harcamaların hesabını veriyorlardı. Asım Bey bisküvi imalathanesindeki işlere karışmamayı tercih ederken Sabri Bey zaman zaman Sirkeci’ye geliyor, muhasebeyi, şekerleme imalatını kontrol ediyordu.
Şimdilerde de devam eden dini bayramlarda misafire şeker ikramı geleneği, 1940’lı, 50’li yıllarda çok yaygındı. Hediye olarak da şeker götürülüyordu. O zaman ithal edilen litograf baskılı teneke kutularda kız isteme, söz, nişan, düğün için çikolata, şeker karışımları özel olarak hazırlanırdı. Bayram dönemlerinde perakende satışlar çok artıyor, dükkanın önünde kuyruklar oluşuyordu. Böyle zamanlarda Sabri Bey de yoğunluğu azaltmak için yardıma geliyordu. Normalde birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışan kardeşler yakın mesai yapmak zorunda kaldıklarında işle ilgili tartıştıkları oluyor ama meseleleri şahsileştirmedikleri için mezvu büyümüyordu.
Asım Bey Besler’de tezgahtarlıktan başlamış, satış ve pazarlama konularında çekirdekten yetişmişti. Ülker faaliyete geçtikten sonra ürün tasarımı ve pazarlama metotları üzerine de kafa yormaya başlamıştı. Piyasada uygulanan teknikleri araştırıyor, meşhurların biyografilerini ders çalışır gibi okuyup işine yarayacak notlar çıkarıyordu. Kendi sahasına uygulayabileceği taktikleri ayıklamakta ustalık kazanmıştı. Daha Ankara’dayken Ulus gazetesine reklam vermesinin arkasında, araştırmalarından edindiği pazarlama perspektifinin etkisi büyüktü. Doğuştan getirdiği bir ‘daha iyiyi hayal etme’ kabiliyeti vardı. İş hayatı bu vasfını çok geliştirmişti.
Sabri Bey de başka sahalarda ilklere öncülük ediyordu. Onun gayreti iş kalitesini yükseltme, verimliliği artırma ve üretimi standarda oturtmaya yönelikti. Kafası tam bir mühendis gibi çalışıyordu. İleriye dönük düşünmeyi sevmiyor, önündeki işe odaklanmayı tercih ediyordu. Sabri Bey’in en belirgin özelliklerinden biri soğukkanlılığıydı. Paniğe kapılmaması sayesinde karşılaştığı büyük problemleri çözebiliyordu.
İki kardeşin hayata bakışlarının ne kadar farklı olduğunu anlamak için onları bir arada görmek kafiydi. Sirkeci mağazasında bir arada oldukları bir mesai sonrası Asım Bey, “Önümüzde ciddi bir inkişaf imkanı var. Böyle gidersek kısa zamanda lider oluruz.” mealinde bir şeyler söylemeye yeltenmişken ağabeyinin cümlesini tamamlamasına bile fırsat vermeyen Sabri Bey, “Hayal kurma, önündeki işe bak!” diyerek araya girmişti. Kendisi böyle düşündüğü ve yaşadığı için verdiği tepkiyi bir çeşit samimiyet izharı olarak değerlendiriyordu. Çoğu zaman tavrının ağabeyini ne kadar incittiğinin bile farkında değildi. Ama elindeki işi en iyi şekilde yaparken geleceğe yönelik projeler üretmekten de geri durmayan Asım Bey bu söze çok alınmıştı. Aradan seneler geçmesine rağmen tartıştıklarında kardeşine o günü ve kırgınlığını hatırlatıyordu. Sabri Bey, üsluptan ziyade mesajın doğru aktarılmasıyla ilgilenirken ağabeyi, karşısındakinin izzetini nefsini önceliyordu. Hayatları boyunca çizgilerini bozmayacak, tahmin edileceği gibi yukarıdaki örneklere benzer daha çok gerilim yaşayacaklardı.
İş yerinde yaşanan sorunlar aileye aksetmiyordu. Kadınların ve çocukların bambaşka bir gündemi vardı. Ancak takvimler 1949 yahut 1950’yi gösterirken Sabri Bey’in giderek artan gerginliği eve de yansımaya başlamıştı. Herkes olağan dışı bir şeyler olduğunun farkındaydı fakat kimse nedenini bilmiyordu. Diken üstündeydiler. Nihayet Şakire Hanım meseleyi anlamış Asım Bey’e “Sabri bir muhasebe defteri kaybetmiş. Bulamazsa intihar etmeyi düşünüyor.” diyerek sır perdesini aralamıştı. O yıllarda yürürlükte olan Milli Koruma Kanunu uyarınca defter kaybedenlere para yahut hapis gibi ağır cezalar veriliyordu. Üstelik Sabri Bey’in denetimindeki evrak arasından kaybolan defter, imalat verilerini içermekteydi. Ürünlerin içerikleri, imalatta kullanılan hammadde ve malzemelere ait bu bilgiler sayesinde belirleniyor, alım satımda düzenlenen faturalar da aynı deftere kaydediliyordu. Yapılacak bir denetimde fatura ibraz edemeyecekleri için sattıkları malı belgeleyememe riski vardı. Bulunacak matrah farkı, önceki yıllara da uygulanırsa işletmenin sonu gelirdi. Sorumluluk bilinci son derece yüksek olan Sabri Bey, ağabeyinin gece gündüz çalışarak kazandığı sermaye ile kurdukları işe zarar verebileceği endişesiyle ölümü düşünür olmuştu. Asım Bey kardeşiyle yüzleşmektense annesi aracılığıyla mesaj göndermeyi tercih etti, “Üzülmesin! Gerekirse yeniden sıfırdan başlarız…”
Mecbur kalırlarsa elbette sıfırdan başlayacaklardı ancak önce problemi halletmek için bütün çareleri denemek gerekiyordu. Nitekim kısa bir müddet sonra işin aslı ortaya çıktı. Parasko Usta’yı ziyarete gelen bir arkadaşı, Sabri Bey’in fabrika ve ofis arasında getirip götürdüğü defteri şantaj karşılığı para almak için çalmıştı. Meseleden haberdar olmayan Sabri Bey, kendisinin kaybettiğini düşündüğü için suçluluk duyuyordu. Mevzuyu ortaklarına açan Parasko, arkadaşını suçlar görünürken yüksek miktarda para istediğini de söylemişti. Asım ve Sabri Beyler ispat edemeseler de hırsızlık olayında Parasko’nun dahli olduğunu hissetmişlerdi. Asım Bey, şantajı kabul eder görünerek hırsıza parayı ödeyeceği haberini gönderdi.
Görüşme teklifi bekleyen şantajcı, elinde defterle ofise geldi. Parasko da yanlarındaydı. Asım Bey, kasadan çıkardığı parayı sayarken defteri görmek istemiş, hırsız masaya koyar koymaz el çabukluğuyla defteri ve paraları kapıp kasaya kilitlemişti. Polise ihbar edilmeyi göze alamayan hırsız korkup kaçarken bu büyük hadise Asım Bey’in feraseti ve cesareti sayesinde kazasız belasız atlatılmış oluyordu.
Türkiye, henüz sanayileşme konusunda emekleme dönemini yaşıyordu. Genç Cumhuriyet’te üretim yapabilecek sermaye, birikim ve cesarete sahip kişi sayısı iki elin parmakları kadardı. Asım Bey’in müşteri odaklı çalışmaları ve Sabri Bey’in olağanüstü gayreti sayesinde Ülker güçlenmeye devam ediyordu. Daha çok işin ticari kısmıyla ilgilenen Asım Bey’in dürüstlüğü, piyasa tarafından biliniyor, bu imaj markanın itibarını da yükseltiyordu. Bu sayede Ülker, pek çok imalatçının aksine, ihtiyaç duyduğu hammaddeyi veresiye, uzun vadeli ve daha ucuza alabilmiş, işlerini büyütürken işletme sermayesini koruyabilmişti. Bankalara istedikleri kadar senet kırdırmaları da sorun teşkil etmiyordu.
Sirkeci Mağazasında Toptan Satış
2000’li yılların 80’ler ve öncesinden en önemli farkı, bilişim teknolojilerinin eksikliği olsa gerek. 1950’lerde bırakın interneti telefon kullanımı bile çok seyrekti. Her türlü iletişim için mektup ve telgraf kullanılıyordu. Ülker de Anadolu’daki müşterilerinin siparişlerini mektupla topluyor, eldeki stoka göre bir sevkiyat listesi hazırlıyordu. Stok miktarı teyit edildikten sonra sırasıyla takip edilecek adımlar vardı. İlk iş olarak sandık ihtiyacı tespit ediliyor, sayı netleştikten sonra bir eleman Han’ın kapısına çıkıp karşı sokaktaki sandıkçıya sesleniyordu, “Sadık Efendi! 6 tane dörtlük, 2 tane sekizlik, 1 tane de 16’lık!”
İhtiyaç miktarı kadar sandık temin edildikten sonra bisküvi tenekeleri, şeker kutuları, gerekiyorsa bisküvi tezgahı ve cam kapaklar sandıklara konulup kapak çakılıyordu. Sandığın üzerine sabit mürekkep ve özel bir fırçayla müşterinin adı, adresi, ambarın kayda geçmesi için ödemenin peşin mi, banka havalesiyle mi yapılacağı ve nakliyeyi yapacak ambarının adı yazıldıktan sonra firmanın mührü de vurulunca sipariş hazır hale geliyordu.
Nakliyeyi bekleyen sipariş sandığı, iki eleman tarafından yine kapıdan çağrılan hamal Hüseyin Ağa’nın arkalığına konuyordu. Sırt hamallarına “Ağa” diye seslenmek adettendi. Sandığı kaldıran iki kişiden biri çoğu zaman Asım Bey ya da orada ise Sabri Bey’di. Sandık sayısı birden fazlaysa hamal, üzerine attığı ipin ucunu tutarak Ebussuud Caddesi’ndeki anlaşmalı ambarlardan birine götürüyordu.
Kayıtlar elle tutulduğu için sürecin titizlikle ve kayıpsız işlemesi önemliydi. Muhtemel riskleri önlemek maksadıyla üç kopyası çıkarılan sevkiyat fişinin iki nüshası hamala veriliyor, biri ambara gönderiliyordu. Hamalın ‘Teslim alındı!’ damga vurdurup geri getirdiği nüsha, ‘Kâtip’ tarafından yevmiye defterine ve müşterinin hesabına işleniyordu. Zar zor okunan koçandaki son nüsha ise patrona özeldi. ‘Kâtip’, sevkiyat sürecini takip edip kayıtları tutuyor, kendisi başka işle ilgilenmediği gibi kimsenin de kedi işine karışmasını istemiyordu. Bu prensibi Sabri Bey hariç diğer yöneticiler tarafından benimsenmişti. Sabri Bey, işin bütün aşamaları gibi muhasebeyle de ilgilenmek istediği için aralarında sık sık soğuk rüzgarlar esiyordu.
Berksan kardeşler, piyasaya çok hızlı girmişti. Üretim altyapıları ve sahip oldukları tecrübe sayesinde yüksek nitelikli ürünler imal ediyor, pazarlama ağını genişletmek için büyük gayret sarf ediyorlardı. Asım Bey toptan satışın inceliklerini, Besler yıllarında öğrenmişti. Ofiste oturup ayaklarına gelecek müşteriye mal vererek hayal ettikleri seviyeye çıkamayacaklarını görüyordu. Pratik işletme zekasıyla bulduğu çare, daha önce hiçbir üreticinin düşünmediği bir şeydi; müşteri ziyaretleri yapacaktı. Kolay olmayacağının farkındaydı fakat hayalindeki işletmeyi kurabilmek için işini şansa bırakmaya niyeti yoktu. Yola çıkmadan önce gideceği şehirdeki esnaf hakkında mümkün olduğunca malumat topluyor, bankalardan referans almaya çalışıyordu. İstanbul’daki banka müdüründen gideceği şehirdeki müdüre hitaben yazılmış tavsiye mektubu götürdüğü de oluyordu. Böylelikle itimadını kazandığı yetkililerden, ziyaret etmek istediği tüccarlar hakkında istihbarat elde edebiliyordu.
O güne kadar böyle bir yöntem uygulayan iş adamı olmamıştı. Toptancılar, Sirkeci civarındaki mağazalarında oturup müşteri beklemeyi tercih ediyordu. Birkaç büyük firmanın gezici temsilcileri olduğu duyulmuştu, onlar da maaşlı elemanlardı. Asım Bey bu vazifeyi bizzat kendisi üstlenmişti. Ara sıra mal verdiği müşterileri teftişe de gidiyordu. “Mal veriyoruz ama böyle bir mağaza var mı? Sürüm yapılıyor mu?” diye meraklanıyor, yaşayacağı zahmeti hiçe sayarak tekrar yola çıkıyordu. Haliyle çok sık seyahat etmeye başlamıştı.
Önceleri iş seyahatlerinde, daha ekonomik olduğu için üçüncü sınıf treni tercih ediyordu. Bir müddet sonra tenha olan ‘ikinci sınıf’ı kullanmaya başladı. Bilet daha pahalıydı ancak trende uyuyabildiği için zamandan ve otel parasından tasarruf ediyordu. Eskiden beri iyi bir okur olan Asım Bey kendini geliştirmeyi seviyor, bilgi sahibi olmayı önemsiyordu. Günlerce süren yolculuklar, İstanbul’da iş yoğunluğu sebebiyle istediği kadar vakit ayıramadığı kitaplara dönmek için de iyi bir fırsattı. Yanına, okumaktan zevk aldığı Hz. Mevlana’nın Mesnevisi ya da İnsanları Etkileme Sanatı gibi kitaplar alıyor, otel odalarında, tren kompartımanlarında geçirdiği zamanı öğrenme vesilesi kılıyordu.
Bu tür ziyaretlere esnaf gibi müşteri de alışık değildi. İstanbul’dan kalkıp Anadolu’nun bir köşesine giden firma sahibini karşılarında görünce haliyle şaşırıyorlardı. Asım Bey, hem durumu anlaşılır kılmak hem de kendini tanıtmak maksadıyla bir konuşma hazırlamıştı. Müşterilerine genellikle bu açıklamayı yapıyordu. “Mal satmaya değil, sizi tanımaya ve çok kaliteli olan malımı tanıtmaya geldim. Görevim size para kazandırmak. Siz kazanırsanız ben de kazanırım. İlk alacağınız mal, satılana kadar benim. Parasını satılınca ödeyin. Satılmazsa iade edin. İade nakliyesi de bana ait.” Müşteri lehine ciddi avantajlar içeren bu teklifi çok az tüccar reddediyordu. Asım Bey ciddiydi üstelik. Gerçekten kazan - kazan sistemine inanıyordu. Bir süre iş yaptıktan sora ne kadar dürüst ve güvenilir olduğunu gören Anadolu’nun uyanık tüccarları, ona güveniyordu. Malzemenin kalitesi ve tedarikçinin güvenirliği test edildikten sonra düzenli siparişler başlıyordu.
Esnaf açısından İstanbul’a gitmeden mal alma imkanı da büyük bir rahatlıktı. Böylelikle hem zamandan hem paradan tasarruf ediyorlardı. İstanbul’daki satış ofisi, Asım Bey’in istihbaratı neticesinde esnafın ne kadar güvenilir olduğunu kayda geçiyor, duruma göre peşin, senetli ya da veresiye ürün gönderiyordu. Bu sayede Ülker’in, rakiplerinin aksine çok az batakla çalışması mümkün oluyordu.
Asım Berksan çok çalışkan ve azimliydi. Zorluklar karşısında kolay kolay pes etmiyordu. 1950’li, 60’lı yıllarda Anadolu’da ulaşım bir hayli sıkıntılıydı. Trenle ancak belli noktalara gidilebiliyor, yolun geri kalanını karayoluyla devam etmek gerekiyordu. Bırakın otoyolu, asfalt bile nadirdi. Toz toprak içinde ilerlemeye çalışan, konforu bugünkülerle kıyaslanamayacak otobüs ve minibüsler içinde, saatler süren yolculukları bugünden geriye bakıp hayal etmek pek kolay değil. Üstelik sefer sayısı kısıtlı, koltuk numarasıyla yer alma sistemi henüz kurulmamış ve tabii kapalı mekanlarda sigara yasağının başlamasına daha on yıllar var… Pek çok iş adamı için yıldırıcı olabilecek bu olumsuz şartlar, Asım Bey için işin bir parçasıydı. Yolcu kapasitesi dolduysa kim bilir ne zaman kalkacak sonraki otobüsü beklemek yerine aracın üstündeki bagaj bölümünde seyahat etmeyi bile göze alıyordu. Rahatsız olması bir yana tehlikeli bir tercihti bu. Alçaktan geçen telgraf ve elektrik telleri, köprü ve tüneller, doğru pozisyon almamış yolcuyu ağır yaralayabiliyor hatta ölümüne sebebiyet verebiliyordu.
Asım Berksan, Hüseyin Altıntak’la tanışana kadar bu sıkıntıları hiçe sayarak seyahat etmeyi sürdürmüştü. Başka firmalar için satış temsilciliği yapan Hüseyin Efendi’yle bir seyahatte tanışmış, iş yapış tarzını, ciddiyetini beğenmişti. İş yükü fazlaydı, seyahatler çok zamanını alıyordu. Bir yardımcıya ihtiyacı olduğu açıktı. Satış temsilciliği görevini Hüseyin Efendi’ye devretti. Damadı Sami Bey de bir müddet sonra Ankara Ülker’in satış yöneticiliğine getirilen Altıntak, zaman içinde Asım Bey’in hem iş arkadaşı hem dostu olmuştu. Hüseyin ve Sami Beyler ilerleyen senelerde, Ankara’da kurulan Anadolu Gıda Sanayi’nin kurucu ortağı da oldular.
Düzenli müşteri ziyaretleri artık Hüseyin Efendi’nin işiydi ancak Asım Bey senede bir kere önemli müşterilerini ziyaret etmeyi sürdürüyordu. Birlikte çıktıkları böyle bir yolculukta Hüseyin Efendi, mal vermekte zorlandığı bir müşteri adayından söz etmişti. İş hacmi büyüktü fakat bir türlü Ülker mamulleri almaya ikna edilemiyordu. Bu müşkülpesent esnafı bir de kendisi ziyaret etmeye karar veren Asım Bey, Hüseyin Efendi’den güzel bir fayton çağırmasını istedi. Gidecekleri yer yürüme mesafesinde olmasına rağmen faytonla gitmekte ısrar ediyordu. Hüseyin Bey ise faytona ne gerek var adamın dükkanı karşıda, buradan görünüyor diyordu. Sonunda çift atlı bir faytona binip dükkana kadar gittiler. Bu havalı giriş kimsenin gözünden kaçmamıştı. Önemli bir ziyaretçisi olduğunun anlayan dükkan sahibi, misafirlerini kapıda karşıladı. Sakin ve telaşsız bir şekilde arabadan inip içeri geçen Asım Bey kendini tanıttıktan sonra mutat konuşmasını yapmaya başladı; “Sipariş almaya değil methini işittiğim sizin gibi seçkin bir iş adamını tanımaya geldim. Zaten şu anda çok fazla siparişim var. Arzu ederseniz Hüseyin Efendi bir sonraki gelişinde sipariş verebilirsiniz.” Asım Bey’in özgüveninden ve samimiyetinden etkilenen adam, o günden sonra iyi bir müşteri olup çıkacaktı. İyi tüccara çok değer veren Asım Bey, bunu muhatabına da hissettiriyordu. Her doğruyu söylemese de söyledikleri her zaman doğruydu ve onu tanıyanlar bunu bilmekteydi.
Hüseyin Efendi artık Asım Bey’in sağ kolu gibiydi. İstihbarat toplarken titiz davranıyordu. Seçiciliği ve çalışkanlığıyla patronun gözüne girmeyi başarmıştı. Kambiyo çeklerinin henüz yaygınlaşmadığı o dönemde sık sık kullandığı bir söz, kulaktan kulağa yayılmış, bir latife gibi kullanılır hale gelmişti; “Yazayım sana bir çek, git sümüğünü çek.”
Sabri Bey Güzide Hanım’la Evleniyor
Yıllardır Eminönü çevresinde çalışan Asım Bey, saç tıraşı için Sirkeci’deki dükkanın karşı sokağındaki Berber İrfan’a gitmektedir. O civar esnaf ve tüccarlarının önemli bir kısmı da Berber İrfan’ın müdavimidir. Aynı dükkana gide gele müşteriler arasında da bir münasebet başlamıştır. Asım Bey’in berber dükkanında tanıştığı kişilerden biri de Tahtakale’de gıda toptancılığı yapan Balıkesirli Muharrem Efendi’dir. Asım Bey’in tüccarlığını ve ahlakını çok beğenen Muharrem Efendi, aralarındaki dostluğu ilerletmek niyetindedir. Bir gün genç arkadaşını ziyarete gider ve “Kızımı sana vermek istiyorum” der. Belli ki Asım Bey’in evli ve iki çocuk babası olduğundan habersizdir. Muharrem Bey’e teşekkür eden Asım Bey kendisinin evli olduğunu söyledikten sonra Diyarbakır’da askerlik yapan kardeşi Sabri’nin henüz bekar olduğundan söz eder. Bunun üzerine hemen oracıkta iki gencin tanıştırılmasına karar verilir.
Asım Bey, mevzuyu kardeşine telefonda bildirir. Teklife sıcak bakan Sabri Bey, izin almak için teşebbüste bulunmuş fakat talebi reddedilmiştir. Hem bu karara sinirlenmiş hem de yorulmuş ve İstanbul’u özlemiş olacak ki, kaçmaya karar verir. Gizlice uçak bileti alır. Kışladan kaçarak havaalanına gelir. Tam tehlikeyi atlattığını düşünürken büyük ve tatsız bir sürprizle karşılaşır. Ankara’dan teftişe gelen kalabalık bir generaller heyeti de aynı uçakla geri dönecektir. Üstelik garnizonun bütün komutanları uğurlama töreni için havaalanına gelmiştir. Ve hepsi, kısa sürede komutanlarının takdirini kazanmayı başaran Teğmen Sabri’yi tanımaktadır. Asker kaçağının yakalanması an meselesidir. Vazgeçmek için de çok geçtir. O anda verdiği çok riskli ama zekice karar sayesinde uçağa binen Sabri Bey, bu hadiseyi ömrünün sonuna kadar unutmayacaktır. Hikayeyi kendisinden dinleyelim:
“Herkesin gözü komutanın üzerindeydi. Bunu fark edince hemen arkasına doğru yürüdüm. Merdivenleri komutanın arkasından çıktım. Komutana baktıkları için beni görmediler. Böylece yakalanmadan havalanabildik.”
Neyse ki aldığı risk boşa gitmemiş, İstanbul’da görüşen gençler ve aileleri evlilik konusunda muvafık kalmıştır. Sabri Bey askerden dönünce düğün yapmaya karar verirler. Kaçak asker, birkaç gün sonra kışlaya döner ama yokluğu farkedilmiş ve izinsiz gittiği için mahkemeye verilmiştir. Şans bir kez daha yüzüne gülecektir. Hâkim, devre arkadaşı Hayim Kohen’dir. Sadece bir hafta cezayla kurtulan Sabri Bey ve Hayim Kohen arasında o günlerde başlayan dostluk ve iş ilişkisi vefatlarına kadar sürecektir.
Hacı İslam Efendi ailesi, küçük oğullarının evliliğiyle biraz daha genişlemiştir. Yaşadıkları ev ihtiyaca cevap vermeyince Asım Bey 1949’da Klodfarer Caddesi’nde bir binanın giriş katını kiralar. Günümüzde otel olarak kullanılan bu binanın giriş katı, Berksan ailesi taşınana kadar meşhur bir derginin idarehanesi olarak kullanılmıştır. İki bölümlü ve iki kapılı daire, iş yerlerine de yakındır. Yol tarafı Sabri Bey ve eşinin, bahçe tarafı Asım Bey ailesinin olacaktır. Hacı İslam Efendi ve Şakire Hanım’a da bir oda verirler. Bu oda, hoş bir tesadüfle, Köprülü Kütüphanesi’ne bakmaktadır. Sıdıka Hala ve Nuri enişteyse Şeküre Hanım’ın Asım Bey’den boşalan evine taşınırlar.
Sabri Berksan, 1949 ilkbaharında terhis olur. Güzide Hanım’la düğünü bu yeni evde yapılır. Merasime, kız tarafının talebine uygun olarak sadece hanımlar davet edilmiştir. Asım Bey ve Nuri Enişte, misafirler dağılana kadar İkinci Abdülhamid Han Türbesi’nin karşısındaki meşhur Pehlivan Kıraathanesi’nde beklemiştir. Divanyolu Caddesi’yle Bab-ı Ali Caddesi’nin köşesinde yer alan ve Berksan’ların evine çok yakın olan kıraathanenin duvarlarında, çepeçevre, birkaç sıra halinde, yüzlerce pehlivan resmi asılıdır. Eniştesiyle sohbete dalan Asım Bey bir an, 2 – 3 yaşlarında bir kız çocuğunun tramvay yolu üzerinde oturduğunu görür. Küçük çocuğu kurtarmak için oturduğu yerden fırlayan Asım Bey, bir yandan da ailenin sorumsuzluğuna duyduğu öfkeyle söylenmektedir. Yola çıktığında çocuğun kendi kızı Betül olduğunu görünce şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez. Küçük Betül, evdeki kalabalıktan istifade ederek kimseye görünmeden sokağa çıkmış, şans eseri babası tarafından bulunmuştur.
Ailenin ilk torunu Selçuk, 1949 yılı yaz sonunda Sabri amcasının elinden tutarak Sultanahmet İlkokulu’nun kapısından içeri girer. Okul müdürü, seneler evvel Sabri Bey’in de öğretmeni olmuş bir beydir. Betül de üç sene sonra aynı okula kaydedilecektir. Her ne kadar iki kardeşin arası 4 yıl ise de Selçuk, Efendibabasının verdiği eğitime ara vermemek için, dedesinin ısrarıyla okula bir yıl geç gönderilmiştir.
Takvimler 1949 sonbaharını gösterirken aile peş peşe iki mutlu haber alır, Zehra ve Güzide Hanımlar hamiledir. Ancak bu haber, yeni evin de yeterli gelmeyeceğini göstermektedir. İstişareler sonunda iki ayrı eve çıkma kararı verilir. Sabri Bey, Güzide Hanım’ın halasının Laleli Azimkâr sokaktaki evine taşınır.
1950 - 1955
Sabri Bey’ler kendi evlerine çıktıktan kısa bir süre sonra, 31 Ocak 1950’de Asım Bey’in üçüncü çocuğu Ömer Faruk dünyaya gelir. Zehra Hanım’ın anlattığına göre Faruk ‘perdeli’ yani plesantayla doğmuştur. Bebek, doğumdan sonra açılan perdenin içinden, yıkanmasına bile gerek olmayacak şekilde tertemiz çıkmıştır. Ebesi, Zehra Hanım’a “Bu çocuğa dikkat et, özen göster!” diye nasihatte bulunur.
1950’nin ikinci güzel haberi Faruk’tan 6 ay küçük olan Sabri Bey’in ilk kızı Ahsen’in doğumudur. Çocuklukları bir arada geçen Faruk ve Ahsen, birlikte oynamayı seven iki iyi arkadaştır. Çocukların, yeni konuşmaya başladıklarında bazı harfleri telaffuz edememesi görülmedik şey değildir. Ancak söylenemeyen harf genellikle ‘r’ olurken Ahsen f ve p harflerini söyleyememektedir ve bu çocukça maluliyetten çok sevimli manzaralar doğmaktadır. Bir gün kafasını kapıya çarptığını anlatırken, “Kakam kakuya çarptı.” diyerek herkesi kahkahaya boğan küçük kız, beşikten arkadaşı Faruk’un ismini de telaffuz edememektedir. O yıllarda bütün aile Faruk’a, Ahsen’i takliden ‘Karuk’ diye seslenmektedir.
Taşınma sırası Asım Bey’e gelmiştir. Aile, Faruk’un doğumundan bir süre sonra Sultanahmet parkı yakınlarındaki İbrahim Paşa Sarayı’na komşu olan Mutlu apartmanının orta katına taşınır. Büyükanne ve Efendibaba Sabri Beylerle birlikte yaşayacaktır.
Sabri Bey, 1951 senesinde İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın kardeşi Nurettin Gökay’ın Laleli’deki Nurgök apartmanına taşınır.
Sabri Ülker kitabında işletmenin 1944 yılında sıfırdan kurulduğu anlatılsa da yukarıda verdiğimiz detaylar işi aslının öyle olmadığını ortaya koyuyor. Sabri Bey’in Ülker’e çok büyük katkıları olduğu inkar edilemez elbette. Ancak Asım Bey’in Kırım’dan geldikleri 1929 senesinden 1944’e kadar yaptıkları ve yaşadıkları yok sayıldığında Ülker’in üzerine inşa edildiği temel de yok sayılmış olacaktır. Asım Berksan’ın 1944’e kadar edindiği bilgi, tecrübe, itibar, müşteri ve sermaye olmadan Ülker niteliğinde bir işletmenin kurulamayacağı insaf sahipleri tarafından anlaşılacaktır. Söz konusu çalışmada, Asım Bey’in anlatılmamış olması hem yazarlar hem de okurlar açısından büyük bir eksikliktir.
Parasko Ortaklıktan Çıkarılıyor
Yukarıda anlattığımız şirketin imalat defterinin çalınması hadisesi, Parasko Usta’ya duyulan güvene ciddi bir darbe vurmuştur. Her şeye rağmen bir müddet daha birlikte çalışmaya devam ederler. Sabri Bey Parasko’nun zaten bildiği işini daha iyi öğrenmiş hatta yerine eleman da yetiştirmiştir. Sürenin uzaması zarar gören ilişkiyi düzeltmeye yetmeyince, Parasko 1953 yılında hisselerini satarak ortaklıktan ayrılır. Bundan sonra Sıraselviler’de açtığı pastaneyi işletecektir. Sabri Bey artık zamanının çoğunda Sirkeci’deki şekerleme imalathanesindedir. Bisküvi imalatında rutin işleri Alaattin Usta halletse de önemli meselelerde kararı Sabri Bey vermektedir.
1953 senesinin en önemli hadisesi, hiç şüphesiz Hacı İslam Efendi’nin vefatı olur. 80 yaşındaki Efendibaba, böbreklerinden rahatsızdır. Üremi’ye sebep olan böbrek yetmezliğinin tedavisi mümkün olmamıştır. Selçuk, yaşananları hatırlayacak ve anlamlandıracak yaştadır. O Cuma günü yaşananları yıllar sonra bile hatırlayacaktır; “Bütün aile Efendibaba’nın yanındaydı. Bir süre ellerine baktıktan sonra namaza gitmek için hazırlanan babama ve amcama, “Tırnaklarım morarmaya başladı. Çabuk gelin” dedi. Çok metindi. Babamlar beni yakındaki bir akrabanın evine bırakıp Cuma namazına gittiler. Farzdan sonra hemen dönmüşler. Efendibaba’nın durumu ağırlaşıyormuş ama kendindeymiş. Babam Yasin okumaya başlamış. “Selamün kavlen min rabbi’r-rahim” ayetine geldiğinde büyükannem babamı dur
