1932 - 1934

1932-1934

Ahmet Ziya Bey, dostları olan Sami ve Fehmi beylere giderek, Asım’a bir iş vermeleri için ricada bulunacak, onlar da kabul edeceklerdi. Babasının gidip benzinciden ilişiğini kestiği Asım, artık 20 lira aylıkla Besler Fabrikası’nda işçi olarak işe başlayacaktı. Yıl 1932’ydi.

Fabrikanın çikolata kısmında “tapatoz” denen çok gürültülü bir makine vardı. İçinde kalan hava kabarcıklarını çıkarmak için çikolata doldurulan kalıplara alttan devamlı vurarak çalışır, mitralyöz gibi ses çıkarırdı. Asım’ın çalıştığı yer, “tapatoz” denilen o makinaydı. Makine boş olduğu zamanlarda ise boş durmayıp ortalığı süpürüyor veya ayak işlerine bakıyordu.

O devirde de insan çok fakat iş yoktu. Üstelik Latin alfabesinin kabulünün üzerinden çok zaman geçmediği için, çalışanların arasında “Yeni Türkçe” bilen, okuryazarlığı olan ve yazışma yapabilecek kimse bulmak çok zordu.

Asım, sürekli olarak “ben nasıl yükselebilirim?” diye etrafını gözlemliyordu. Ustasının 30 yıldır aynı mevkide olduğunu öğrenince, usta olmak ilgisini çekmedi. Bir başka ustaya sorup 25 yıldır aynı konumda çalıştığını öğrenince, “demek ki bu işlerle bir yere varılmıyor” diye düşündü. Sonra dikkatini, ambarcı çekti. Ambarcılık önemli bir işti fakat ambarcı cahil bir kimseydi. Okuryazarlığı azdı. Zaten Arap alfabesinden Latin alfabesine henüz yeni geçildiği için, yazılar herkes tarafından son derece kötü, okunamaz bir şekilde yazılıyordu. Asım’ın yazısı ise Rusya’da bile dereceye girecek kadar güzel ve okunaklı idi. Öğle tatillerinde herkes yemeğe çıktığında ambarcının yanına giderek, “Senin işin fazla, ben sana yardım edebilirim” dedi. Ambarcı, “Sen yemek yemeyecek misin?” diye sordu. Asım, midesinde sorun olduğu için yemek yiyemediğini söyledi. Hâlbuki acıkıyordu ama sırf düşünesini gerçekleştirmek için aç kalmaya razıydı. Bu tekliften çok hoşlanan ambarcı depodaki malları saymaya, Asım da yazmaya başladı. Yazılan listeler, ambardan patrona gidiyordu.

Patron, bir gün öncesine kadar önüne cahil bir adamın okunamaz yazısı gelirken, bir gün sonra çok güzel, düzenli bir evrak bulmuştu. “Ambara yeni kâtip mi aldınız?” diye sordu. “Hayır efendim” dediler. “Peki, bu yazı kimin?” diye sorduğunda ise, “Şu, aşağıları süpüren çocuk, ambarcıya yardım ediyor” dediler. “Çağırın onu, hemen gelsin” diyen patronun yanına iş elbiseleri ile giden Asım, “Sen bu yazıyı nereden öğrendin?” sorusuyla açılan sohbette, Kırım’da aldığı eğitimden, Latin ve Kiril alfabesini ve eski Türkçeyi iyi bildiğinden, çok iyi Rusça konuştuğundan bahsetti. Okuma yazmayı çok iyi bilen, hesap kitaptan anlayan Asım, patronunun dikkatini çekmeyi sonunda başarmıştı. Bu sohbetin hemen ardından patronları, “Çıkar üstündeki işçi kıyafetlerini, normal elbiseni giy de gel; sen artık burada tezgâhtarsın” diyeceklerdi. İşte Asım’ın işçiliğinin sona erdiği dönüm noktası o gündü. Daha sonra çok dürüst ve zeki olduğunu da anladıklarında, Asım’ı ek olarak malların sevkiyatı ve satış mağazasının diğer işleriyle görevlendirdiler. Giderek mağazanın değişmez tezgâhtarı oldu.

Mağaza, Besler Fabrikası’nın giriş katındaydı. Zarif, güzel görünüşü ve kibar bir insan olan ve aradan geçen sürede aksanını düzelten Asım, üstlendiği işe çok yatkındı. Çok yönlü özellikleri sayesinde yalnızca tezgâhtarlık yapmakla kalmıyor, aynı zamanda yazışmalarla ve malların ambara teslimiyle ilgileniyor, fatura ve irsaliyeleri kesiyordu. Bir sandıkta 4 veya 8 teneke bisküvi olurdu. Malı sandıklara doldurur, üzerine boya ve fırça ile malın nereye, hangi müşteriye gideceğini yazar, fatura ve irsaliyeyi hamala verir ve sandıkları hamalın sırtına yüklerdi. İleriki yıllarda kendi işlerini kurduklarında bile, kardeşi Sabri ile birlikte işi bu şekilde yapacaklardı.

1932 yılında kardeşi Hakkı’nın ileri derecede verem olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Hacı İslâm Efendi ve ailesi İstanbul’a gelip, Kadırga Meydanı ile Cinci Meydanı arasında, Şahsuvarbey Sokağı 17 numaradaki evi kiraladılar.

1932 yılında Hacı İslâm Efendi memuriyet almak için Maarif (Milli Eğitim) Müdürlüğü’ne başvurdu.

Sabri ise 4. sınıfa, Kadırga’da Eminönü Üçüncü İlkokulu’na kaydoldu. Eğitimi Kırım’da kesintiye uğradığından sene kaybetmişti ve geldiğinde 3. sınıfta idi. Türkiye’de baştan başladığı ilkokula devam ediyordu.

Aile sonunda bir araya gelmişti. Asım, aylığını alıp geldiğinde, kendisine ait masrafları ve harçlığı alır, kalan parayı olduğu gibi babasına teslim ederdi.

1932 yılının yaz döneminde, Ahmet Ziya Efendi, ortağı ile birlikte, Çerkezköy tren istasyonunda bir toptancı mağazası açtı. Mağazada inşaat malzemesi dâhil her şey vardı. Buradan bir ev almaya karar veren Ahmet Ziya Efendi, önce bir köy evi tuttu. Safiye Hanım’ın kardeşi ise o sene doktor çıktı ve evlendi, tayinini bekliyordu. Daha sonra uzun müddet SSK Genel Müdürlüğü yapmış çok kıymetli bir zattı.

Eylül’ün on dördünde Ahmet Ziya Efendi, ağzı burnu kan içinde bahçe kapısından içeri girdi. Yanında ortağının kardeşi vardı. Safiye Hanım, hemen bir leğen getirdi. Hemen gece trenine yetiştirdiler ve İstanbul’a hastaneye götürdüler. Bu arada Safiye Hanım’ın erkek kardeşine telgraf çektiler. Kayınbiraderi onları karşıladı. Sultanahmet, Yerebatan’daki Şifa Yurdu’na götürdü. Oraya bütün hocalarını çağırdı ama Ahmet Ziya Efendi’yi kaybettiler. Muhtemelen askerde geçirdiği zehirli sıtma nedeniyle “purpura” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Kanının pıhtılaşmadığı teşhis edilmişti.

Ailesine, kardeşlerine evini açan ve Asım’a çok yardımcı olan, Besler’deki işini bulan Ziya dayısı, kırk yaşlarında vefat etmişti. Asım’ın çok sevdiği, onlara baba gibi davranan, o muazzam insanı bir gün içinde kaybetmişlerdi. Geride bıraktığı hanımı ve üç çocuğu ile birlikte, ailenin birer parçası olan Sıdıka ve Hakkı da bundan çok etkilendiler. Ancak dayısının toprağa verildiğini görmek, zaten rahatsız olan Hakkı’da çok derin bir tesir bıraktı. Sanki içinden bir şey kopmuş gitmişti. İçine attığı üzüntüsü ince hastalığının ilerlemesine neden oldu. Heybeliada’daki hastaneye yatırıldı ve orada bir operasyon geçirdi.

O güne kadar refah içinde yaşayan eşi Safiye Hanım’ın çocuklarını yetiştirebilmesi için, son derece zor bir hayat başlamıştı. Kocasından kalan parasıyla Fatih’te üç katlı küçük bir ev satın aldı. Yine aynı parayla her üç çocuğunu da okuttu, yüksek tahsil yaptırdı. Son derece kıt imkânlarla yaşadı ve kimseye muhtaç olmadan çocuklarını yetiştirdi.

Dayısının ölümünden sonra Asım, bir vefa borcu hissettiği ailenin her zaman yanında oldu. Yine hafta sonu tatillerinde vakit ayırır, rahmetli dayısının çocuklarıyla ilgilenir, onlar için bilimsel ve kültürel ağırlıklı geziler düzenlerdi. Bir defasında, Galatasaray Lisesi’nin avlusunda düzenlenen sanayi sergisine götürmüştü. Giriş parayla olduğu için Safiye yengesi ona para uzatır ama o katiyen kabul etmezdi. Yaradılıştan cömertti.