Bina, verilen ruhsata göre beş ya da sekiz kata kadar yükselir, sonra kiremitli çatı ile kapanır. Sık sık meydana gelen ve genellikle hafif yaralarla atlatılan kazalar, “işin tabiatından” kabul edilir, varsa yarasına tentürdiyot sürülen işçi kaldığı yerden çalışmaya devam eder. Hiçbir güvenlik tedbiri alınmadığı halde nadiren gerçekleşen ciddi kazalardan sonra, varsa yaralı veya cenaze ailesine teslim edilir ve “takdiri ilahi” denilip verilen kısa aranın ardından yine işe dönülür.
Ruhsatlı apartmanlara kaçak kat çıkma ‘uyanıklığı’ 1950’lerden sonra yaşanmaya başlamıştı. Özellikle seçim dönemlerinde sık rastlanan bir manzara vardı; önce, çatı içine yapılmış olan teras katı tam kata çevriliyor ve ardından üzerine, bir sonraki seçimde yine bir tam kata çevrilmek üzere yeni bir yarım kat inşa ediliyordu. Çoğu kaçak kat ilaveli apartmanlar, daha ziyade ana cadde üzerindeydiler. Belediyeler, ara sokaklara üç kattan yüksek bina ruhsatı vermiyor, bu binalar da kâgir yapılıyordu. İlerleyen yıllarda onlar da yerlerini apartman formunda betonarme yapılara terk etti. Artık ara sokaklardaki apartmanlara da kaçak kat çıkılıyordu. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren asansörlü apartmanlar da yapılmaya başlanmıştı.
İstanbul’un yapılaşmasını konuşuyorsak gecekondu problemini görmezden gelme imkanımız yok. İstanbul’un ilk gecekondusu 1945 yılında Kazlıçeşme’de yapılsa da 1950’lerden itibaren başlayan köyden kente göç sonrası sayı hızla artmıştı. Yapılaşma, önceleri Zeytinburnu civarında, fabrikalar bölgesindeydi. Gecekondular genelde hazine arazilerine, bazen de sahibi belli olmayan özel mülklerin ve azınlık vakıflarına ait arazilerin üzerine yapılıyordu. Bu yapılar, adından da anlaşılabileceği gibi ruhsatsızdı. Zabıtanın görmezden gelmesiyle akşamdan sabaha derme çatma bir oda yapılıyor ve ev halkı hemen ertesi gün içinde yaşamaya başlıyordu. Çünkü herkes biliyordu ki, kaçak yapılmış da olsa içinde yaşayan birileri olduğunda, bir binayı kimse kolay kolay yıkamaz!
O yıllarda otomobil ihtiyacı genellikle Amerika’dan karşılanıyordu. Gemilere yüklenen araçlar, Türkiye’ye sağlam sandıklar içinde gönderiliyordu. Sandıkları zarar vermeden açan ithalatçılar, aracı sahibine teslim ettikten sonra sandığı da zayi etmiyor, gecekonduculara satıyordu. Temin edilmesi hayli zor olan böyle bir sandığa erişen gecekonducunun işi epey kolaylaşıyordu. Sandığın kenarlarını, gündüzden, arsaya monte edip akşamı beklemeye koyuluyordu. Hava kararıp el ayak çekildiğinde yakınlarının yardımıyla bir seferberlik hali başlıyordu. Sandığın kısa kenarı açılarak önceden hazırlanan malzeme içeri alınıyor, sabaha kadar süren bir çalışmayla briket duvarlar örülüp ahşap çatı kapatılıyordu. Kapı ve pencereler de monte edilince ‘ev’ içinde yaşamaya hazır hale gelmiş oluyordu. Dikkatle sökülen sandık başka bir gecekonducuya satılıyor, bu hikaye her gece başka bir adreste tekrarlanıyordu. İçine bir kilim, bir kerevet konan sıvasız, boyasız, toprak zeminli bu yapılar, ilk günden hane sakinlerine konaklama imkanı sunuyordu. Bu küçücük oda bir kere yasallaştı mı sağına soluna yeni odalar ilave etmek işten bile değildi.
Her fırsatta yeni bir odanın ilave edildiği gecekondular genellikle tek katlıydı. Zaman zaman jandarma yıkmaya çalışsa da siyasiler mâni oluyor, yasal boşluktan yararlanan fırsatçılar, devletin arsalarını üzerine gece kondu yapılmak üzere satıyordu. Problemin henüz taze olduğu 1949 yılında TBMM Başkanı’nın müdahalesiyle çıkarılan yarı resmi bir izin, meseleyi iyice karmaşıklaştırmış, mevzuatın gelişimi siyasetçiler ve hukukçular için bir “hukuki vakıa” halini almıştı.
Gecekondu inşası 60’lı yıllara doğru organize bir hal aldı. Artık betonarme ‘gecekondular’ yapılıyordu. Üstelik tek gecede yapmak gibi bir mecburiyet de kalmamıştı. Seçimden birkaç ay önce temeli atılan yapının ilk katı o sene tamamlanıyor, her seçimden önce yeni bir kat ilave ediliyordu. Sürekli yükseleceği planlanan bu binalara çatı ve hatta sıva yapılmıyor, hemen hepsinin üzerinde bir sonraki seçimden önce bir kat daha çıkılacağı mesajını veren kolon filizleri oluyordu. Nitekim zaman gecekonducuları yanıltmadı. Pek çok kere çıkarılan imar afları her türlü suçu sildi... Türkiye’nin ‘inşaat’ hikayeleri kitaplar doldurur. Biz konumuza dönelim.
Şehir mimarisi değişmeye başlamıştı ancak aileler hâlâ kalabalıktı. Her evde en azından bir ya da iki kardeş; eşleri, çocukları, büyükbaba ve büyükanne oluyordu. Varsa bekâr kız ve erkek kardeşler de onlarla yaşıyordu. Evlerde genellikle üç ya da dört yatak odası, bir salon, bir de hol bulunuyordu. Bu ev formuna halk arasında “karnıyarık” deniyordu. Hol, genelde yemek odası olarak kullanılıyor, soba da oraya kuruluyordu. Bekârların ya da çocukların yatak odası, gündüz oturma odasına dönüşüyordu. İhtiyaç halinde geceleri holde de yatan oluyordu. Salon misafirlere tahsisliydi. Hali vakti yerinde burjuva evlerinde salon-salomanje düzeni tercih ediliyor, dindar ailelerse haremlik-selamlık tercihine uygun olarak erkekleri salonda, hanımları oturma odasında ağırlıyordu.
Okullar
Zaman içinde pek çok şey gibi kullandığımız terminoloji de değişiyor. O senelerde ‘okul’ kelimesi henüz yerleşmemişti, yerine ‘mektep’ ifadesi kullanılıyordu. Bugün öğrenci dediğimiz gençlere de, talep eden anlamına gelen talebe deniyordu. İlköğrenim beş yıldı ve sınıfta kalma vardı. Sınavlar için imtihan, ders araları için teneffüs, kompozisyon için tahrir kelimeleri kullanılıyordu. Aslında tahrir, kompozisyon kelimesinin karşılığı değildi. Zamanla ifade ettiği anlam değişse de Harf Devrimi’nden sonra yeni alfabenin doğru kullanımını sağlamak için yapılan bir uygulamaydı bu. Öğretmenlere, ilkokulda biraz kısaltarak ‘örtmenim’, orta okulda ve lisede ‘hocam’ denirdi. Ortaokul müfredatında elişi adında bir ders vardı bu derse alanında yetişmiş hocalar giriyordu. Dönemin ihtiyaçları esas alınarak oluşturulan programa uygun olarak elişi dersinde sökük dikme, yama yapma, çorap tamiri, bazı basit tamir işleri, mektup zarfı yapma, testere ve yapışkan kullanımı, sigorta teli değiştirmek ve mutfakla ilgili basit bazı işler öğretiliyordu.
Dayağın ‘terbiye’ aracı olmaktan çıkmasına daha hayli zaman vardı. Dersini çalışmayan, yaramazlık yapan talebelere bir güzel kötek atılırdı. Fakat hakkını yemeyelim; hocalar kızılcık sopasını maharetle kullansa da falakanın kaldırılmış olmasını da memnuniyetle anlatırlardı. Öğretmenin cezalandırması kâr etmemişse çocuklar bir de müdürden dayak yerdi. Müdürün dayağı kesinlikle öğretmeninkinden daha etkiliydi. Veliler, çocukların okulda dayak yediğinden haberdardı. Çocuklarını öğretmene, “Eti senin, kemiği benim” yani üstü örtülü bir şekilde ‘İstediğin gibi dövebilirsin, yeter ki öldürme!’ diyerek teslim eden veliler için dayak sorun teşkil etmiyordu. Bereket, hatırı sayılır birer şiddet yöntemi olsalar da uygulanan dayak metotlarından hiçbiri falaka kadar vahşice değildi.
Bugün öğrenciler tarafından seçilen sınıf başkanının yaptığı vazifeleri, o senelerde sınıf öğretmeninin atadığı mümessil yerine getiriyordu. Öğretmenin olmadığı derslerde disiplini sağlamakla mükellef olan mümessilin sözü herkese geçmiyordu elbette. Geliştirdikleri birbirinden haylazca yöntemlerde sınıfın altını üstüne getiren bitirimlerden intikam almanın, öğretmen geldikten sonra şikayet etmekten başka yolu yoktu. Mümessilin sarsılan otoritesi, söz geçiremediği arkadaşlarının ceza alması ya da en azından dayak yemeleriyle yeniden tesis ediliyordu. Ancak öğretmen sınıftan ayrıldıktan sonra dayak yeme sırası mümessile geliyordu.
Bütün çocukların ilkokula gönderilmesi yasal bir zorunluluk olsa da çocuğunu okutmayan ailelere yaptırım uygulanmıyordu. Kız çocukları ilkokula gönderilmiş olsa bile genellikle sonrasında eğitime devam edemiyordu. Okumayı bırakan kız çocukları bir yandan ev işlerine yardımcı olurken bir yandan çeyiz hazırlıyor ve böylelikle kendilerini bekleyen hayata hazırlanıyordu.
Üçer yıllık ortaokul ve lise eğitiminden oluşan orta eğitim, toplam altı yıl sürüyordu. Programlarına bir ya da iki yıl dil eğitimi ilave eden özel okullar da vardı. Zira düz liselerde dil öğrenmek mümkün değildi.
Günümüzde olduğu gibi liseden sonra sıra üniversite, akademi ya da yüksek okula geliyordu. Bir zamanlar öğrenciler, yüksek tahsile devam edebilmek için bakalorya adı verilen sınavı vermek zorundaydı. O yıllarda merkezi bir üniversiteye giriş sınavı söz konusu değildi. Günümüzdeki merkezi sistem sınavlar çok sonra uygulanmaya başladı.
Sonbaharda başlayan eğitime Şubat ayı başında iki hafta ara verilir ve eğitim öğretim yılı Mayıs sonunda tamamlanırdı. Sınıfını geçen öğrenciler; Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül ayları boyunca, dört ay tatil yaparken zayıf alıp ikmale yani bütünlemeye kalanlar tatilde ders çalışmak zorundaydı. İkmal imtihanları Eylül ayında yapılıyordu. Çocukların okul harici zamanlarda sokaklarda oyun oynadıklarını uzun uzun anlatmıştık. Ancak yaz aylarında bir ustanın yanında çıraklık yapanların sayısı hiç de az değildi. 8, 10 yaşında çocuklar bile meslek öğrenmesi gayesiyle bir tamircide, lokantada, kahvede ya da dükkanda çalışırdı. Yaz aylarını geçirmek için köylerine dönen aileler de olurdu.
Sayıları çok olmasa da kitap okumayı seven çocuklara da rastlamak mümkündü. Bunların ilk tercihi dünya klasikleriydi ama ekonomik imkansızlık yaşayanlar için kitap almak kolay değildi. Yüzlerce klasiğin kısaltılmış versiyonlarını cep boyda ve ekonomik fiyata basan Varlık Yayınları, o yıllarda büyük bir hizmet veriyordu. Süreli yayınlar arasında aklımıza ilk, haftalık mizah dergisi Akbaba geliyor. Çok ünlü ve yüksek tirajlı bir yayın olan Akbaba’da önemli yazarlar günlük mevzuları mizahi bir dille kaleme alıyor, karikatüristler sanatlarını burada geliştiriyordu.
Yazları tatile gitmek gibi bir alışkanlık henüz oluşmamıştı. Yoksulların böyle bir imkanı elbette olamazdı ama varlıklı aileler de tatil yapmıyordu. Tatil yapmak maksadıyla konaklanacak otel de yoktu. Otellerin varlık sebebi, zorunlu seyahatlerde konaklamaktan ibaretti. İşçiler yıl boyu çalışıyor, memurlar da yıllık izinlerini evlerinde ya da memleketlerinde geçiriyordu. Ama zengin İstanbulIu ailelerin başka bir rutini vardı; yaz aylarında şehir içinde yer değiştiriyor, yazlık olarak Boğaz ya da Erenköy gibi denize yakın ve daha sakin semtlere gidiyorlardı. Azınlıklar genellikle yazı Adalar’da geçiriyordu. Onlar için Adalar’a gitmek itibar meselesiydi. Parası olmayanlar ya borç buluyor ya evdeki bir eşyayı satıyor ama mutlaka Ada’ya gidiyordu.
Yeşil alanı bol olan İstanbul’da herkesin gönlünce vakit geçirmesi mümkündü. Yazı şehirde geçiren aileler, bazı hafta sonları Boğaz’a, Çamlıca’ya ya da Küçüksu, Kilyos gibi mesire yerlerine, Belgrad Ormanları’na pikniğe giderek hoşça vakit geçirmenin bir yolunu buluyordu. Oteller gibi restoranlara da zaruret halinde gidiliyordu. Günümüzde çok yaygın olan dışarıda yemek yeme alışkanlığı henüz kimsenin gündeminde yoktu. Herkes yiyeceğini yanında götürüyor, çıkınlarda ne varsa o yeniyordu. Çocuklar söz konusu olduğunda en katı kurallar bile esnetilebiliyor elbette. Mesire yerlerini mesken tutan dordurmacı, mısırcı ve macuncuların müşterileri de çocuklardı.
Haberleşme Teknolojilerinin Gelişimi
Osmanlı’da haberleşme 1840 yılına kadar Menzil Teşkilatı ve Posta Tatarları aracılığıyla yürütülüyordu. İlk posta teşkilatı 1840 yılında Sultan Abdülmecit tarafından oluşturuldu. Posta Nezareti’nin kurulmasını, önemli merkezlerde postaneler açılması takip etti. Postane-i Amire adı verilen ilk postane, İstanbul’da, Yeni Cami civarında açılmıştı. Postane-i Amire ilerleyen yıllarda günümüzde İş Bankası Müzesi olarak hizmet veren Eminönü’ndeki tarihi binaya taşındı.
Erken Cumhuriyet yıllarına kadar hem özel hem de ticari konularda haberleşme mektuplarla sağlanıyordu. Haberleşmenin stratejik öneminin farkında olan devlet, posta teşkilatının kurulmasından itibaren posta idareleri kurmaya ve sistemi sağlıklı bir şekilde yürütmeye önem vermişti. Personel mesleki eğitimlerden geçiriliyor, mektuplar ‘âdi’, ‘ekspres’, ‘uçak’ gibi kategorilere ayrılarak postalanıyordu. Resmi evrak içinse taahhütlü ve iadeli taahhütlü gibi postalama seçenekleri kullanılıyordu. Türkiye’de artık işlevsiz bir hale gelen ve yerini motokuryelere bırakan posta sistemi, Batı ülkelerinde hâlâ başarılı bir şekilde yürütülüyor.
Posta gönderilerinde kullanılmak üzere piyasaya çıkan ve çok kısa süre içerisinde bambaşka bir anlam kazanan posta pulları, yeni bir alan açmış, pul koleksiyonculuğu tüm dünyada ilgi gören bir hobiye dönüşmüştü.
Mektup rutin ve teferruatlı haberleşme ihtiyacına karşılık olarak gelişmiş bir haberleşme usulüydü. Hız gerektiren olağanüstü durumlardaysa telgraf kullanılıyordu. İlk örnekleri 1793 yılında görülen telgrafı, 1847’de patent de alan Samuel Morse’un icad ettiği kabul edilir. Telgraf cihazı, Morse alfabesinin Samuel Morse tarafından geliştirilmesinden sonra kullanışlı bir hale gelmiş ve ilk telgraf hattı 1843’te Washington - Baltimore arasında kurulmuştu.
İlk adımlar orada atılmış olsa da ne Amerika’da ne de Avrupa’da telgraf teknolojisinin yayılması ve geliştirilmesi konusunda yatırım yapılmamıştır. Samuel Morse, birkaç başarısız denemeden sonra 1847 yılında Osmanlı sarayına ulaşır ve projenin Sultan Abdülmecid’e arzı mümkün olur. Padişah’ın teşviki ve desteğiyle Beylerbeyi Sarayı’nda bir deneme hattı kurulur. İlk mesajı Padişah gönderir. Derhal cevap gelince memnuniyetini ifade eden Sultan Abdülmecid, Mors’a bir iltifat nişanı ve berat gönderir. Mors alfabesi gelişene kadar kullanılamayan telgraf, alfabenin yerleşmesiyle hızla yayılır ve Osmanlı Devleti 1853’ten itibaren imparatorluk coğrafyasında telgraf kullanmaya başlar. Osmanlı, kısa süre zarfında telgraf ağı en geniş ülke haline gelir.
Cumhuriyet döneminde de çok kullanılan telgraf, kelime adedine göre ücretlendiriliyordu. Bu nedenle telgraf haberleşmesinde kullanmaya has kısaltılmış bir dil geliştirilmişti. Birçok firmanın tek ya da iki kelimelik telgraf adresi vardı. Ülker’in telgraf adresi “bisküvü” idi.
Posta teşkilatının en eski hizmetleri mektup ve telgraftan bahsettikten sonra gelelim telefona. Zira Asım Ülker’in iş hayatında hızla yükseldiği yılları daha iyi anlamak için telefonun o dönem için ifade ettiği anlamı bilmemiz gerekiyor.
Bilimsel çalışmalar daha eski yıllarda başlamış olmakla birlikte Alexander Graham Bell telefonun patentini 1876 yılında alıyor. Telgrafın aksine hızla yaygınlaşan telefon, başlangıçta duvara asılan bir kutudan çıkan bir mikrofon ve buna bağlı kablonun ucundaki kulaklıktan ibaretti. Alet, kutunun kenarındaki bir kancaya asılan kulaklık yerinden alınınca açılıyor, tekrar asılınca kapanıyordu. İngilizcede “Telefonu kapat!” anlamında kullanılan “hang up” ifadesi, o yılların hatırasını günümüze taşıyan bir kullanım olarak devam ediyor. Ağın sınırlı olduğu yıllarda, karşı tarafın telefonuna ulaşmak için kutunun üzerindeki manyetolu kolu çevirmek yeterliydi. Telefon kullanımı yaygınlaştıkça santraller kurulmaya başlandı. Santrallerde genellikle kadınlar çalışıyordu. Makinelerin başında yan yana oturan görevliler, arayanın söylediği numarayı bağlayarak görüşmenin gerçekleşmesini sağlıyordu. Kullanım ağıyla paralel olarak telefon teknolojisi de hızla gelişti. Önce şehir içi telefon santralleri otomatik sisteme geçti. Artık karşı tarafa ulaşmak için santrale ulaşmaya gerek yoktu. Telefon üzerindeki bir kadrandan numarayı çevirerek doğrudan bağlantı kurmak mümkündü. Ancak şehirler arası ve milletler arası görüşmeler için bir müddet daha santrallerin aracılık etmesine ihtiyaç vardı. Amerika’da 80’li yıllarda bile telefon kabininden başka bir şehirle görüşme yapılmak istendiğinde santral memuresi makineye ne kadar para atılması gerektiğini söylüyordu.
Gelin birlikte Posta Teşkilatı’nın tarihçesine bir göz atalım.
1871 yılında Posta Nezareti’nin adı Posta ve Telgraf Nezareti olarak değiştirildi.
1881 yılında Büyük Postane ile Posta - Telgraf Nezareti arasında ilk telefon hattı kuruldu.
1909’da Büyük Postane’de 50 hatlık ilk telefon santrali devreye girdi.
Yine aynı sene Posta ve Telgraf Nezareti’nin adı Posta, Telgraf ve Telefon Nezareti oldu.
Posta, Telgraf ve Telefon Umum Müdürlüğü 1913 yılında kuruldu.
Posta Kanunu’nun kabul edilmesinden sonra çıkarılan 4 Şubat 1924 tarihli kanunla ülke içi ve dışı bütün haberleşme görevi hükümet adına PTT İdaresi’ne verildi.
1926’da Ankara’da 2000 hat kapasiteli ilk otomatik telefon santrali kuruldu.
1929’da tek devreli ilk şehirlerarası telefon haberleşmesi İstanbul - Ankara arasında gerçekleştirildi.
1940 yılında İstanbul- Ankara arasındaki hattın kapasitesi çoklayıcı da denen kuramportörle arttırıldı.
1976’da denizaltı kablo şebekesiyle Avrupa’ya bağlanıldı.
1979’da ilk otomatik teleks santrali kuruldu.
1986 yılında mobil telefon ve çağrı cihazları kullanılmaya başladı.
İlk cep telefonu görüşmesi 1994’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller arasında gerçekleşti.
1930 - 1950 yılları arasında telefon henüz günlük yaşama girememişti. 1940’lardan, 1980’lerin ortalarında başlayan Turgut Özal iktidarına kadar süren dönemde telefon, varlığı da yokluğu da büyük problemlere sebep olan bir hizmetti. O yılları yaşayanlar, ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaktır. Bilmeyenler ve hatırlamayanlara da biz anlatalım…
Telefon öyle bir ihtiyaçtı ki, satılık ev ilanlarına “telefonlu” ilavesi konursa hem fiyat yükseliyor hem ev daha çabuk satılıyordu. Hat almak için yapılan müracaatlara cevap almak yıllar sürüyordu. Bazı aileler, yeni doğan çocukları için hemen müracaat ediyor, başvuru çocuk evlenme çağına geldiğinde olumlu cevaplanırsa kendilerini şanslı sayıyordu.
O yıllarda gerçekleşen şehirlerarası telefon görüşmeleri skeçlere konu olabilecek nitelikteydi. Telefondan 03 aranarak istek yazdırılıyor ve macera başlıyordu. Arayacağınız şehri ve telefon numarasını santrale bildirdikten sonra işiniz acilse iki katı ücret ödemeyi göze alarak ‘acele’ ya da daha yüksek bir bedelle yıldırım görüşme talep edebiliyordunuz. Normal prosedür uygulandığında saatlerce beklemeyi göze almanız şarttı. Beklemekten yorulduğunuzda 06’yı arayıp sıranızı sorabilecek olsanız da sonuç değişmiyor, asla tatmin edici bir cevap alamıyordunuz. Gecikme için sunulan, “Yıldırım öncelikliler araya giriyor. Sizinki gecikiyor, zaman veremiyoruz.” gibi standart gerekçeler vardı. Gerçekten yoğunluk mu var, yoksa memur sizi oyalamak mı istiyor emin olmanız mümkün değildi.
Sipariş almak için çıktığı seyahatlerde Asım Bey’in kardeşi Sabri’yle konuşması gerekiyordu ama bunu ayarlamak büyük meseleydi. Yola çıkmadan önce tahmini bir program yapıyor; ne zaman nerede olacağını, ziyaret edeceği müşterileri, kalacağı otellerin listesini bırakıyordu. Programda aksama olursa mutlaka telgrafla İstanbul’a bilgi veriyordu. Asım ve Sabri Bey’ler evlerine 1950’lerden sonra telefon alabilmişlerdi. Ondan önce gittiği yerlerde konaklayacağı otelin telefonlu olmasına dikkat ediyor, telefon numarasını telgrafla kardeşine bildiriyordu. Sabri Bey işten çıktıktan sonra evde yemek yiyor, geç vakit Sirkeci’deki dükkâna gidip abisini ‘acele’ telefonla arıyordu. Geç saatte aramanın avantajları vardı hem bekleme müddeti kısalıyor hem de konuşma ücreti ucuzluyordu. Otellerde telefon olsa da odalarda yoktu. Aranan misafirler odadan çağırılıyor, santral memuresi onlar gelinceye kadar beklemediği için genellikle görüşmek mümkün olmuyordu. Bunu bilen Asım Bey eline bir kitap alıyor, resepsiyonda bir sandalyeye oturup kitap okuyarak telefon bekliyordu. Telefonlu otel bulamadığında merkez postaneye gidiyor, telgrafla kararlaştırdıkları saatte kardeşini arıyordu. Konuşabilmek için bazen iki, üç gün boyunca teşebbüste bulunuyor, nihayet ulaştığında Sabri Bey “Yeteri kadar siparişimiz oldu.” derse İstanbul’a dönüyordu.
Telefon başvurusu yaptıktan yıllar sonra sıra size geldiğinde önden bilgilendirilerek yeni bir maceraya yelken açıyordunuz. Evinizde telefon olması rahatlayacağınız anlamına gelmiyordu. Ahizeyi kaldırdığınızda aynı anda birçok konuşmayı işitiyor, bağlanıp bağlanmadığınızı anlamak için birkaç dakika uğraşmanız gerekiyordu. Dedik ya, parodilere konu olacak sahneler yaşanıyordu. Görüşme trafiği çok karıştığında santral memuru araya girip müdahale ediyordu; “Konya çık aradan, Adana ile görüşüyoruz!” Konuşma süresi üç dakikayla sınırlıydı ve siz bu karmaşa içinde karşı tarafın sesini duyuncaya kadar süre doluyor, daha meramınızı anlatamadan santralin “3 dakikanız doldu!” uyarısını duyuyordunuz. Görüşmeyi üç dakika daha uzatma hakkınız vardı ancak masrafı artacağı için pek tercih edilmiyor, görüşmeler genellikle üç dakikada bitiyordu.
Santral memuruyla anlaşmak da çok kolay değildi. Gerginlik arttığında küfürleşme ve tehditler başlıyordu. Hele evden değil de postaneden arıyorsanız beklemek sabrınızı zorlayabiliyordu. Her evde telefon olmadığı için bir ailenin evindeki telefonu komşular birlikte kullanıyordu. Santrale yazdırılan görüşmenin sırası geldiğinde bir koşuşturma başlıyor, kıyafetini giymeden evinden fırlayanlar, masada çorbasını bırakanlar bile oluyordu. Telefonu olan köylerde, genelde tek hat bulunduğundan tek telefonu bütün köy kullanıyordu. Arayan kişi köydeyse oturup bekliyordu ama dışardan biri köyü arıyorsa üst mahalleyle alt mahalle arasındaki koşuşturmayı düşünebiliyor musunuz?
Şehirlerarası konuşmalarda ses kalitesi bozuk ve volüm düşük olduğundan yüksek sesle konuşmanız ve sözlerinizi sık sık tekrarlamanız gerekiyordu. Yaşarken can sıkıcı olan bu hadiseler fıkralara konu olacak sahneler barındırıyordu. O dönemde üretilen bu fıkralardan bir tanesini sizinle de paylaşalım. İstanbul’daki bir iş adamı telefonla Ankara’daki müşterisiyle konuşurken dışarda Amerikalı bir misafir beklemektedir. İçerden gelen yüksek seslere anlam vermekte zorlanan adam sekretere neler olduğunu sorar; aldığı “Ankara ile konuşuyor.” cevabına mana veremeyen Amerikalı şaşkınlıkla “Peki telefonu yok mu?” diye sorar…
İletişim alt yapısı yer üstüne tesis edilmişti. Telefon hatları Türkiye geneline direkler üzerinden yayılmıştı. Telefon sayısı arttıkça kablolar birbirine dolanıyor, karışıklık artıyordu. Türkiye’ye ziyarete gelen yabancılar bizim bu kablolarımıza ‘spagetti lines’ adını takmıştı. Kablolar karışınca ister istemez hatlar da birbirine giriyordu. Bir bakmışsınız sizin telefonunuza başka bir hat bağlanmış, Hayri Bey’i arayanlar karşılarında Kadri Bey’i buluyor. Bununla kalsa iyi, yanlışlıkla sizin hattınıza bağlanan kişinin yaptığı görüşmelerin faturaları da size yazılıyor… Her seferinde can havliyle postaneyi arayıp arızanın giderilmesi için birkaç gün beklemeyi göze alıyordunuz. Günler sonra yorgunluktan bezmiş bir memur geliyor, spagetti kabloları tek tek ayırarak sizin hattınızı bulup yeniden bağlıyordu. Ancak sizden boşalan hattı, bulduğu ilk kabloya bağladığından yeni bir arızalar zinciri başlıyor, aynı senaryoyu bu kez başkası yaşıyordu.
Telefon sistemi hızla yayıldı dedik ama 1980’lere kadar telefonu olan ev ve işyeri sayısı yine de çok azdı. Telefonu olanlar da konuşma adabı konusunda deneyimsizdiler. Arayan kişi kendini tanıtmadan karşı tarafa ‘kimsiniz?’ diye sorar, bundan rahatsızlık duyan muhatabının cevaben sorduğu “siz kimsiniz?” sorusuna cevap gelmezse sinirler gerilirdi. Asım Bey’in evine telefon alındığında çocuklar henüz küçüktü. İki, üç yaşlarındaki Faruk telefon çaldığını koşup açıyor, Asım Bey bundan çok rahatsızlık duyuyordu. Küçük çocuk bir keresinde arayan banka müdürüne “Babam helada!” deyip telefonu kapatmış ilerleyen yıllarda kendisine anlatılan bu anıdan duyduğu mahcubiyetle, yaptığını hiç unutmamıştı.
İhtiyaç büyük, hat sayısı sınırlıydı. Telefon almak için yıllarca beklemek istemeyenler araya aracılar koyup bakanları ziyaret etme yoluna bile gidiyordu. Bu sorun paralel telefonlar, santral konmuş hatlar, tek numarayı bir sviçle 2-3 ayrı kişiye bağlamak gibi çözümlerle aşılmaya çalışılıyordu ancak bunların hepsi izne bağlıydı. İzin alınmadan bağlanan paralel hatlar hem ceza ödemenize hem de numara iptaline sebep olabiliyordu.
Bu kurallardan çıkar elde eden memurlar da vardı ne yazık ki. Sürekli kontrollere gidiyor, rastladıkları her hata için zabıt tutmaya kalkıyorlardı. Daha büyük bir sıkıntıyla karşılaşmak istemeyen hat sahipleri konuyu kapatmak için rüşvet verme yoluna gidiyor ama mesele asla kapanmıyordu. Asım Bey’in yazıhanesinde de kimi paralel kimi bağımsız hatlı birkaç telefon vardı. İkiden fazla paralel telefon kullanmak yasaktı ama pek çok iş yeri kullanıyordu. Bunu bilen bir memur adeta yazıhaneye abone olmuştu. Sürekli taciz ediyor, her seferinde çorba parasını çıkarıp gidiyordu. Onca işinin arasında bir de bu memurla uğraşmaya mecbur kalan Asım Bey nihayet kurnazca bir çözüm bulmuştu. Bir gün memura, “Sizin işleriniz çok zor. Biz de tam anlayamıyoruz. Bize bir müşavir lazım, bana birini tavsiye edebilir misiniz?” diye sordu. Teklif memurun hoşuna gitmişti. Göreve kendisi talip oldu ve aylık cazip bir ücret karşılığında anlaşma sağlandı. Yazıhanedeki yükümlülüğünü mesai sonrası yerine getirecekti. Artık yazıhanedeki, fabrikadaki, hatta evlerdeki telefonlarla ilgilenen yetkili bir telefoncuları vardı. Hataları düzeltiyor, gerektiğinde dilekçe yazıyor, izin süreçlerini takip ediyor, ihtiyaca göre yeni anlaşmalar hazırlıyordu. Böylelikle Asım Bey’in sorunu çözülmüş ve Türkiye’nin ilk ‘telefon müşaviri’ göreve başlamıştı.
Telefon Müşaviri dediğimize bakmayın, bu zat oldukça bilgili ve tecrübeli biriydi. Neyin suç kapsamına girdiğini en ince ayrıntısına kadar biliyordu. Paralel hatlar konusunda verdiği bilgi, mevzuata ne kadar hâkim olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Söylediğine göre paralel hattı tespit etmek için paralel telefonun fişinin prizine takılı olması gerekliydi. Priz takılı değil de telefonun yanında asılı vaziyette durursa suç teşkil etmiyordu. Tabii telefon sahibi panikleyerek suçunu itiraf ederse vaziyet değişiyordu. İşinin ehli olan müşavire göre paralel telefonun durumu zina davalarına çok benziyordu…
Fırsatları değerlendirmeyi çok iyi bilen Asım Bey’in damadı Kamil Karagöz, Kuramportör denen bir cihazın varlığını keşfetmişti. Kuramportör takılan bir hattan 8-10 ayrı kişi, birbirlerini rahatsız etmeden görüşebiliyordu. Cihazı üreten şirketin merkezi Paris’teydi. O günlerde bir iş seyahati için Paris’e gidecek olan kayınbiraderi Faruk’a konuyu anlatıp vereceği adresten kuramportör almasını rica etti. Faruk Bey eniştesini seviyordu, ricasını kıramazdı. Paris’e gittiğinde randevu alıp fabrikaya gitti. Faruk Bey’i oldukça büyük olan fabrikanın müdürü karşılamış ve misafir etmişti. Kahvelerini içtikten sonra Türkiye’deki telefon ihtiyacını anlatan Faruk Bey kuramportör almak istediğini belirtti. Siparişi hazırlatmak için miktar soran müdür yalnızca bir tane almak istediğini öğrenince kahkahalara boğuldu. Fabrikanın en küçük siparişi 10 bin adetken bir tane cihaz almak için yapılan bu ziyaret müdürü bir hayli eğlendirmiş, Faruk Bey’se çok mahcup olmuştu. Uyanık davranıp “10 bin adet istiyorum ama önce birkaç numune verin, deneyeyim.” dese sorun kalmayacak hem de bedavaya ihtiyacından fazla cihaz sahibi olacaktı.
Otellerde ve şirketlerde çoğu kablolu, ibtidai santraller vardı. Santral görevlisi, önündeki panelden kablonun birini çıkarıp diğerini takarak şirketin tek hatlı telefonuna gelen aramaları istenen odalara bağlıyordu. Artık tarihe karışan bu uygulamayı bazı dönem filmlerinde görmek mümkün.
Faruk Ülker, 1977 yılında oradaki şirketi yönetmek üzere Ankara’ya, Çankaya civarında bir eve taşımıştı. Evde telefon yoktu, alınması da mümkün değildi. Zira telefon bağlanması için mahallede bir dolap ve dolapta yeni bir hat için yer olmalıydı. Çankaya’da dolap vardı fakat boş yer yoktu.
O yıllarda PTT Başmüdürlüğü görevini daha sonra bakanlık mevkiine kadar yükselecek olan Emin Başer yürütüyordu. Ülker’in Ankara’daki Genel Müdür Yardımcısı Burhanettin Zaim Emin Başer’le tanışıyordu. Faruk Bey’in talebi üzerine hem şirket hem de eve telefon bağlanmasını rica etmek için gittikleri ziyarette, Emin Bey birkaç telefon edip yetkililerle görüşse de meselenin halli mümkün olmamıştı. Emin Başer’in “Merak etmeyin, halledip haber vereceğim.” sözüyle makamından ayrılan misafirlere birkaç haftanın sonunda müjdeli haber ulaştı. Faruk Bey’in belirtilen günde evde olması isteniyordu. Uzun bir bekleyişten sonra bir görevli elindeki uzun kabloyu yol üzerindeki evlerin ve bahçelerin duvarlarına çaka çaka yaklaşmaya başlamıştı. Ancak zor bir mesai geçiriyordu. Ev sahipleri duruma tepki veriyor, çakılan kabloların sökülmesini istiyordu. Tepkileri sabırla karşılayan tecrübeli görevli hepsine tek tek açıklama yapıyor, “Merak buyurmayın efendim, işim bitince gelip halledeceğim.” diyerek ortamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Nihayet Faruk Bey’in evine ulaştı. Kim bilir o kabloyu hangi dolaptan, hangi kutudan çekmişti. Zahmetli bir süreç sonunda telefon bağlandı. Merkeze telefon edip bir görüşme yapan görevli ev sahibine dönüp “geçmiş olsun!” dedikten sonra neden “geçmiş olsun” dediğini de açıkladı. “Şu ana kadar, döşediğim kabloyu evlerinden söktürebilirlerdi ama konuşmamdan sonra müktesep hak oldu. Artık hat sizindir, hiçbir şey yapamazlar. Gözünüz aydın.” Bu bir müjdeydi ve iyi bir bahşişle mukabeleyi hak ediyordu.
Ankara’ya 28 kilometre mesafedeki Ülker fabrikası, havaalanı yolu üzerinde olmasına rağmen tek telefon hattına sahipti. O hat da yılın yarısında çalışıyor, diğer yarısında genellikle arızalı oluyordu. Bu hattın fabrikadaki 12 ayrı noktada kullanılan paralelleri vardı. İsteyen telefonu açıp konuşmaya dahil oluyor, bazıları da sessizce dinlemeyi tercih ediyordu. Yüzlerce çalışanı olan fabrikada işler böyle bir ortamda yürütülmeye çalışılıyordu. Zamanla bu hat yeterli gelmeyince sırf telefon görüşmeleri için Aydınlıkevler’de bir büro kiralandı ve buraya dört ayrı telefon hattı alındı. Bunun için bir servet ödenmesi gerektiğini belirtmemize gerek yok herhalde. Yöneticiler, sabah önemli işlerini bitirdikten sonra toplanıyor, telefon görüşmelerini yapmak için birlikte 25 kilometre mesafedeki büroya geçiyorlardı. Fabrikanın sadece iki adet binek aracı vardı. Bunlar meşgul olduğunda büroya kamyonla gidiyor; müşterilerle, İstanbul’daki merkezle yapılması gereken görüşmeleri gerçekleştiriyor, hammadde siparişlerini hallediyorlardı.
Teleks 1951’de yurt içinde kullanılmaya başlamıştı ancak milletlerarası kullanıma açılması ancak 1979 yılında mümkün olmuştu. Bu fırsatı değerlendiren ilk firmalardan biri Ülker oldu. İstanbul ofisinin yazdığı mesaj, anında Almanya’daki firmaya ulaşıyor ve hemen cevap alınıyordu. Bir süre sonra şeritli teleksler piyasaya çıktı. Önceden yazılıp delikli bir şeride çekilen mesajın sunduğu imkan sayesinde 5 dakika sürecek bir konuşma 10 saniyeye iniyor, masraf çok azalıyordu.
Şeridi hazırlayıp beklemeye koyulan bazı kurnazlar, karşı taraftan arama geldiğinde kendi şeritlerini takıyor, böylelikle haberleşme masrafını karşı tarafa yüklüyordu.
Birkaç yıl sonra kullanıma giren ekranlı telekslerde yazılan mesajı ekranda görüp düzeltme özelliği de vardı. Bugün için konuşulması bile lüzumsuz olan bu yenilikler o gün çok büyük icat kabul ediliyor ve aslında hayatı da eskiye kıyasla çok kolaylaştırıyorlardı. Teleks, taklit edilemeyen bazı özellikleri sebebiyle bazı uluslararası resmi yazışmalarda kullanılmaya devam etse de çok kısa bir süre sonra, 1981 yılında piyasaya çıkan faks cihazı, teleksin önemini azaltacak ve zamanla unutulmasına sebep olacaktı. Artık faks dönemi başlamıştı.
Telefon sahibi olmak ve var olan hatla sorunsuz görüşme imkanına kavuşmak ancak 1980’lerin ikinci yarısından sonra, Özal Hükümetleri döneminde mümkün oldu. Yapılan yatırımlar neticesinde önce İstanbul - Ankara arasında 03’ü aramadan, 01 çevirerek ve beklemeden görüşme imkanı doğdu. Maliyeti oldukça yüksekti ancak ülke adeta çağ atlamıştı. Uzun yıllardır telefonu çile gibi kullanan Türk halkı, bu büyük kolaylık karşısında şaşkındı. İş hayatında ve sosyal hayatta büyük bir rahatlama gerçekleşmişti. Bu rahatlamanın Ülker’e de yansımaları oldu. Fabrikaya biri faks olmak üzere 4 yeni telefon hattı verildi. Adeta bir devrim yaşanıyordu. Hemen yeni bir santral alınarak her odaya, her departmana iç hat bağlandı. Artık telefonlar dinlenmiyor, karışmıyor, koşuşturma yaşanmıyordu. Faks, daha da büyük bir icattı. O güne kadar müşterilerden alınan siparişlerin miktarı, cinsi birbirine karıştığı için önemli sorunlar yaşanıyorken artık her müşteri siparişini kendi yazıyor, imzalı ve kaşeli evrakı doğrudan fabrikaya ulaştırıyordu. Kargaşa sona ermişti.
2.4 ASIM’IN OTURDUĞU EVLER VE İŞ YERLERİ
Önceki bölümlerde Asım Bey’in yaşadığı evlerden ve bürolarından detaylıca bahsetmiştik. Burada sadece genel özelliklerini ve adreslerini belirtmekle yetineceğiz…
Kadırga’daki ilk evleri bağdadi bir binaydı.
Köprülü Kütüphanesi’nin lojmanı, taş duvarlı, ahşap döşemeli bir evdi.
Nuru Osmaniye Caddesinde bulunan üç katlı Gündoğdu apartmanının girişinde bir dükkan vardı. Binanın üst kısmı bir daire ve çatı katından ibaretti. Burası ahşap döşemeli kâgir bir evdi. Daha sonra yaşadıkları üç ev de kâgirdi. Klodfarer Caddesi ve Fındıkzade’deki ilk evler sobalı, betonarme ve karnıyarık apartmanlardı. Bunlardan sonra hep kaloriferli dairelerde yaşayacaklardı.
Asım Bey sırasıyla aşağıdaki adreslerde yer alan ev ve iş yerlerini kullanmıştı:
Evleri
1) 1932 – 1933, Şahsuvarbey Sok. No. 17, Kadırga2) 1934 – 1940, Köprülü Kütüphanesi lojmanı, Cağaloğlu
3) 1941, Ankara, Ulus civarı
4) 1940 – 1944, Nuruosmaniye Cad. Gündoğdu Apt. Cağaloğlu
5) 1944, Piyerloti Cad. No. 84/1, Kadırga (Kadırga Hamamı yanı)
6) 1945, Çetinkaya Sok. No. 9, Cankurtaran (Ailenin geri kalanı bitişikteki 5 numarada yaşıyordu)
7) 1947, Mimar Mehmet Ağa Cad. Sipahi Apt. No.35 Akbıyık
8) 1949, Klodfarer Cad. Klodfarer Apt. Cağaloğlu
9) 1950, Terzihane sokakla Asmalımescit sokağın köşesindeki Mutlu Apt.
10) 1950, Millet Caddesi ile 28 Mehmet Çelebi sokağın köşesi, Çapa
11) 1957, Millet Caddesi ile Kızılelma Caddesi’nin köşesi, No.2
Buraya kadar saydığımız evlerin hepsi kiralıktı. Sadece 11 numaradaki daire kaloriferliydi. Oraya kadar sobalı evlerde yaşamışlardı. Aşağıda verilen adreslerse kendi evleridir. Yazlık olarak kiraladığı evler listeye dahil edilmemiştir. 12) Dörtyol, Kadıköy. Yapı Kredi Bankası çekilişinden kazanılan bu evi üç yıl boyunca yazlık olarak kullanmışlardı.
13) 1960, Lütfü Efendi Sok, Hanımeli Apt. Kat. 2. Fatih. Bu apartmanı Sabri Ülker’le ortak yaptırmışlardı.
14) Asım Bey 1962 yılı sonunda aldığı Altunizade, Kısıklı Caddesi’nde bahçeli evi vefatına kadar yazlık olarak kullandı.
15) 1973, Hanımeli Apartmanı istimlak edilince Asım ve Sabri Bey’ler Dolap Sokak’ta yeni yapılan bir apartmandan birer daire aldılar
16) 1983, Asım Bey oğlu Faruk’un Bakırköy’de aldığı dairenin bitişiğindeki evi alıp oraya taşındı.
17) 1991, Selçuk Bey’in Fındıkzade’deki evinin bitişik dairesine taşındı.
18) 1992, Faruk Bey’in Florya’da yaptırdığı villaya, oğlunun alt katına taşındı ve vefatına kadar orada yaşadı.
İş Yerleri
1929, muhtelif şirketlerde kısa süreli işler
1) 1930, Üsküdar, İskele meydanındaki benzinci
2) 1932, Besler Bahçekapı fabrikasına işçi olarak girdi. Aynı sene tezgahtarlığa terfi eden Asım, 1936’da mağazanın yarısına ortak oldu. 1938 yılında mağazanın tamamını devraldı.
3) 1941, Ankara Ulus’taki dükkanı açtı. 1942’de İstanbul’a döndü ve Bahçekapı’daki dükkanda çalışmaya devam etti.
4) 1943, Babıali Cad. 173-177 numaralı yeni dükkanı açtı.
5) 1945, devralınan Tahtakale, Nohutçu Han’daki bisküvi imalathanesi faaliyete geçti.
6) 1959, Takkeci Camii Sokak’taki Takkeci Fabrikası faaliyete geçti.
7) 1960, Sirkeci’deki dükkân kapatıldı. İdare merkezi Tahtakale Cad. Küçük Aktar Han’daki yeni yazıhaneye taşındı.
8) 1961, Ülker Davutpaşa Cad. 28 numaradaki yeni fabrikaya taşındı.
9) 1966, Sirkeci bürosu Unkapanı Caddesi’ndeki Ahenk Han’a taşındı.
10) 1971, Davutpaşa Cad. 20 numarada yeni bisküvi fabrikası açıldı. Önceki fabrika çikolata ve şekerleme fabrikası oldu.
11) Bisküvi fabrikasının bitişiğine, kapısı Fazlı Paşa Caddesi’nde olan bir çikolata kaplama ve gofret fabrikası kuruldu. Eski çikolata fabrikası çikolata hamuru ve tablet çikolata üretmeye başladı.
12) 1980, Büro Cemil Birsel Cad. Yeni Kozluca Han, Kantarcılar, Eminönü adresine geçti.
13) 1984’te açılan Ülker Gıda Sanayi’nin yeni bisküvi fabrikasındaki büro, Davutpaşa Cad. No. 20’deydi.
14) 1986, Uzay Gıda, Çobançeşme
Kar Şirketler Topluluğu Ofisleri
15) 1987, Ünlü İş Merkezi, Unkapanı
16) 1988, Kar Şirketler Topluluğu, Eyüp, (Eski Ofis)
17) 1992, Kar Şirketler Topluluğu, Eyüp, (Yeni Ofis)
Yukarıda verilen adresler aşağıdaki haritalar üzerinde gösterilmiştir.
Asım’ın İstanbul’daki ev ve iş yerleri haritaları





2.5 ISTANBUL’UN MUHTELİF ZAMAN VE MEKÂNLARINDA BİR GEZİNTİ

Fatih Sahnı Seman Medresesi
Sahn-ı Seman Medreseleri’nin inşaatına, Fatih Sultan Mehmed’in talimatıyla Fatih Camii’nden önce, 1462 yılında başlanır. Medrese binası 1470’te, cami ile birlikte tamamlanır. Sekiz medreseden oluşan Sahn-ı Seman, Bursa ve Edirne’deki medreselerden daha ileri bir mimariye sahiptir. Adını da “sekizli” anlamına gelen semaniye ve “avlu” anlamında “sahn” kelimelerinin birleşiminden almıştır. Fotoğrafta, sağda köşesi görünen bina “Baş Kurşunlu” medresesidir. Ortadakiler “Baş Çift” ve “Ayak Çift” olarak adlandırılırken en batıdaki binaya ise “Ayak Kurşunlu” denilmiştir. Medreselerden Akdeniz tarafında, en doğuda olanına “Birinci”, Karadeniz tarafında olanların en batıda olanına ise sekizinci manasına gelen “Sâmine” isimleri verilmiştir. Sahn-ı Semân’da sadece Baş ve Ayak medreseleri müstakil yapılardır, ortadakilerse bitişik nizamda inşa edilmiş çift yapılardır. Medreseler revaklarla çevrili bir avlunun içinde yer alır. Revakların arkasında talebe odaları, bir mescid ve dershane vardır. Yapıların hepsi kıble istikametindedir. Sahn-ı Semân medreselerinde okutulacak eserleri Fatih Sultan Mehmed, Molla Hüsrev, Ali Kuşçu ve Vezîriâzam Mahmud Paşa’nın birlikte belirledikleri rivayet edilir. Külliye vakfiyesinde belirtildiğine göre, medreselerin her birine, başlangıç ve giriş ilimleriyle aklî ve naklî ilimleri iyi bilen birer müderris tayin edilmesi ön görülmüştür.
Medreselerde bir odaları olan ve günlük elli akçe ücret alan müderrislerin yanı sıra, ekmek ve çorbayla birlikte günlük beş akçe ücret verilen bir “muid”, müderris yardımcısı da görev yapmaktadır. Ayrıca “danişmend” denilen ve icazet alacak seviyeye gelmiş birer talebenin de görev yaptığı medreselerde kapıcı ve temizlikçiler için de iki oda vardır. Kayıtlara göre danişmendler günlük iki akçe ücret almaktadır ve kendilerine her gün ekmek ve çorba ikram edilmektedir. Medrese odalarının her birinde suhte ya da softa denen üç talebe kalmaktadır. Cüz’i bir ücret alan softalar, yemeklerini de orada yemektedir.
Sahn-ı Seman Medreseleri’nde okutulan dersler arasında din ilimleri kadar hatta daha fazla fen bilimleri, biyoloji gibi tabii ilimler, felsefe ve matematik de vardı. Sahn-ı Seman, akademik olarak lise üstü seviyedeydi. Orta seviyedeki eğitim “Tetimme” medreselerinde veriliyordu ve buradaki müfredat din ilimlerinin yanında mantık ve felsefe ağırlıklıydı. Sahn-ı Seman’da olduğu gibi burada da müderrisler ders okutuyor, muidler talebeleri çalıştırıyordu.
Külliyede bir muallimhane, kütüphane, talebe ve hocalar için aşevi, fakir halka ücretsiz yemek verilen bir imarethane, iki hamam, tıp eğitiminin verildiği bir darüşşifa ve misafirhaneler vardı.
Medreselerde, aralarında Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin de bulunduğu çok değerli ilim adamları görev yapıyordu. Bu zatlar, haftanın belli günlerinde camide halka açık dersler de yapıyordu. Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi Asım Bey, imkan buldukça bu dersleri takip ediyordu.
1891’de İstanbul’a gelen Hacı İslâm Efendi ve babası acaba bu odalardan hangisinde kalmışlardı? Kaderin cilvesine bakın ki Asım Bey’in damadı Kamil Karagöz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenciyken medrese binaları öğrenci yurdu olarak kullanılıyordu ve Kamil Bey 1960’lı yıllarda bir süre orada kalmıştı.
Fatih Sultan Mehmed, Sahn-ı Seman Medreseleri’nden sonra Ayasofya’da da bir medrese yaptırmıştır. Torunu Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye Medreseleri de önemli eğitim kurumları arasındadır. Meraklıların bu kurumlar hakkında bilgi edineceğini ümit ederek bu bahsi daha fazla uzatmıyoruz.


Asım’ın İstanbul’unda Bir Gezinti


Eski İstanbul’da hayata anlam katan komşuluklar vardı. Yollar Arnavut kaldırımıydı ama yürürken kimse üzerinize çamurlu su sıçratmıyordu. Deniz henüz kirlenmemişti, kıyılar temizdi. Mahallelerde bostanlar, çitlembik ağaçları, incir ağaçları vardı. Sinemalar 25 kuruşa üç film seyrettiriyordu. Hormonlu domatesler, çirkin beton binalar, motor homurtuları, aynı binada oturup birbirini tanımayan, otobüste, tramvayda yaşlı insan görünce başını çeviren insanlar yoktu daha. Gözlerimi kapıyorum artık. Ne zaman çağırsan İstanbul’u, eski bir film gibi hayal ekranımda beliriyor 50 sene öncesinin gizemiyle. Yorgun bakışlarım Yenikapı sahilinde ufka dalarken ben de Orhan Veli gibi yapıyorum artık. Gözlerimi kapıyor, İstanbul’u dinliyorum...




Asım, 1932 – 40 yılları arasında, bekarken haftada bir Besler’deki işinden çıktıktan sonra Karaköy’e kadar yürüyor, Tünele binerek İstiklal Caddesi’ne çıkıyordu. Bazen de yürümeyi tercih ederek yolunu Yüksek Kaldırım’ın dik yokuşuna çeviriyordu. Tünel’den indikten sonra bindiği Şişli tramvayından genellikle Ağa Camii durağında iniyor, bir sinemaya bilet alıp matine saatine kadar Baylan pastanesinde krem şokola eşliğinde kitap okuyordu. Büyük pastanedekilerin çoğunda bir tanıdığa rastlamak mümkündü. Biraz hoş beşten sonra İstiklal Caddesi’nde biraz piyasa yapıp sinemaya giriyordu. İnci pastanesi henüz yoktu, 1944’te açılacaktı. Ehli keyfler sinemadan sonra Çiçek Pasajı’nda bira eşliğinde akşam yemeği yiyip gece yarısına kadar derin sohbetlere dalıyordu. Daha hovarda olanlar genellikle bugün başkonsolosluk olarak hizmet veren İngiliz Sarayı’nın karşısındaki pavyonlarda şedaraban faslı dinlemeyi tercih ederken Asım, film bittikten sonra eve dönüyordu.